“Kez Gı Sirem İstanbul” 14 Nisan – 8 Mayıs tarihleri arasında Beyoğlu’nda görülebilecek.
19. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı’nın Pera’sında açılan ilk fotoğraf stüdyolarından bugüne, İstanbul’un 150 yıllık geçmişine tanıklık eden Ermeni fotoğrafçıların yapıtları, Engin Özendes’in küratörlüğünde “Kez Gı Sirem İstanbul” (Seni Seviyorum İstanbul) sergisinde bir araya geliyor.
14 Nisan Perşembe günü saat 18.00’de Beyoğlu’nda Balık Pazarı Üç Horan Ermeni Kilisesi Naregyan Salonu’nda açılacak ve 8 Mayıs tarihine dek görülebilecek olan sergide 100’ü aşkın fotoğraf bulunuyor. “Kez Gı Sirem İstanbul”da fotoğrafın ilk yıllarını, stüdyoları ile bu döneme damgasını vuran Abdullah Biraderler, Pascal Sebah (Sebah&Joaillier), Mihran İranyan, Aşil Samancı (Ateliers Apollon) ve Boğos Tarkulyan (Photographie Phebus) temsil ediyor.
Ara Güler 1950’lerden itibaren bu sanatın uluslararası arenadaki en önemli temsilcilerinden biri olarak sergide ağırlıklı bir yer tutuyor; başlı başına bir ekol sıfatıyla bugüne köprü kuruyor. Günümüz kuşağı bölümünde ise, değişik türlerde fotoğraf çalışmalarını Türkiye’de, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, ABD ve Kanada’da sürdüren, Türkiye doğumlu 8 fotoğrafçı var: Ani Çelik Arevyan, Garbis Özatay, Garo Miloşyan, Manuel Çıtak, Sarkis Baharoğlu, Silva Bingaz, Vasgen Değirmentaş ve Yaşar Saraçoğlu.
“Kez Gı Sirem İstanbul” projesi bir yandan fotoğrafın diliyle İstanbul’u anlatır, bu kentin çarpıcı güzelliğini, karmaşık ve gizemli ruhunu ortaya koyarken, bir yandan da tarihsel süreç içerisinde değişen fotoğraf anlayışlarını yansıtıyor.
Sergi küratörü Engin Özendes, 19. yüzyılda, Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Elazığ yörelerinde ve İstanbul’da, daha çok kuyumculuk, eczacılık ve kimyagerlikle uğraşan Ermenilerin fotoğrafçılığı adeta tekel haline getirdiklerini söylüyor ve bu durumun nedenlerini şöyle özetliyor:
“İlk keşfedildiği yıllarda, fotoğrafçılar tüm fotoğraf kimyasını bizzat hazırlamak durumunda olduklarından fotoğraf sanatı fazlaca kimya bilgisi gerektiriyordu. Ermenilerin karakteristik meslekleri bu alana geçmelerini fazlasıyla kolaylaştırdı.
Öte yandan Ermeni toplumu, imparatorluk tebaası içinde yüzü belki de en fazla Batı’ya dönük toplum olma niteliği taşıyordu. Ağırlıkla 19. yüzyılda çok sayıda Ermeni genci Avrupa’nın çeşitli okullarında öğrenim görmeye başladı. Ermeni ticaret adamları ise pek çok ülke ile öteden beri ticaret yapıyordu. Venedik’deki Murad-Raphaelyan okulu sanat alanında önemli bir lokomotif işlevi gördü. Kuruluşundan beri sanat eğitimine büyük ağırlık veren bu okuldan güçlü bir altyapı ile donanarak mezun olan Ermeni gençler, yepyeni bir buluş olan fotoğrafı Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da icra etmeye başladılar.
İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde yaşayan ve İstanbul’a meslek öğrenmeye gönderilen gençler, o dönemlerde birbiri ardına açılan Ermeni fotoğrafhanelerinde çıraklık yapmaya başladılar. Özellikle Abdullah Birader’lerin stüdyosunda yetişen pek çok öğrenci, fotoğrafçılığı neredeyse bir Ermeni tekeli haline getirdiler.”