HABER

MHP'li Harun nasıl PKK'lı oldu?

MHP'li Harun nasıl PKK'lı oldu?
"Bir insan neden dağa çıkar?" sorusunun yanıtını aramak için PKK'lılarla konuşan Bejan Matur'un Timaş Yayınları arasından çıkan "Dağın Ardına Bakmak" isimli kitap kısa zamanda büyük ilgi gördü.

Daha önce Zaman Gazetesi'nde yazı dizisi olarak çıkan yazılar kitap haline getirildi. Kitapta PKK saflarına katılmış kişilerin birbirinden çarpıcı anlatılarına yer veriliyor...

İşte 'Dağın Ardına Bakan' Bejan Matur'a anlatılanlardan çarpıcı bir derleme


Öcalan’ın yakalandığı dönemi, örgütün silahlı mücadeleyi durdurduğu zorunlu ateşkes dönemini belli ki kafasında tam olarak anlamlandıramıyor. ‘Yirmibeş yıl savaşmış bir hareket, bir gecede barış süreci başlattı. Hepimiz şaşkındık. Eskiler çok zorlandı, kongreler yapıldı, tartışmalar, eğitimler, önderliğin (Öcalan) savunmaları geldi. Savaştan barışa geçmek çok sancılıydı. Kimse hazır değildi’ diye anlatıyor yaşananları…


Eminim bu iş çözülecek. Ben dahil kimse bölünmeden yana değil Bölünme bir 80’ler esprisiydi. Sol rüyaydı ve fanteziden ibaretti. Devletleşme alt yapımız yok bizim. Şimdi Türkiye’de olsam sadece oradaki linç kültüründen rahatsızlık duyarım. Bir türlü kendimizi anlatmadık ama Türkler de bizi anlamak istemedi. Ben Kürt’sem Kürt’üm. Ben hiçbir Türk’e sen Kürt’sün demiyorum. Türkiye’yi böl desen de bölmem! O zaman neden bana hala sen Kürt değilsin diyorsun…


İlk gün hoca bana adımı, soyadımı sordu. Söyledim. Bunlar güzeldi, biliyordum. Anne adı, baba adı? Onları da cevaplayabilirim. Bir şey daha sordu. Anlamıyorum. Ben sustukça hoca dayat atıyor. Ayakkabılarının ucuyla dizlerimin altına vuruyor.Bir şey söylemeymiyorum. Ağlayamıyorumbile…’ İşte bundan sonra söyledikleri bizi eğitim sistemimle yüzleştiriyor “O dayağın 16 yaşına geldiğinde çocuğun zihninde nasıl bir isyanla hatırlanacağı hesaplanmıyor. Ben şimdi Türkçeyi o öğretmenden daha iyi kullanır hala geldim. Onun dayağı mı öğretti bana Türkçeyi, hiç sanmam! Kendi çabam ve irademle öğrendim. Aksanım düzgün olmayabilir ama Türkçeyi o öğretmenden daha iyi konuşuyorum.


Geçen sene Symi’deydim. Karşıdan memleket görünüyor. Görüyorsun ama gidemiyorsun. Bu tuhaf bir çelişki. Yine bir defasında Kos adasındayken bir arkadaşımız gitti ve bize Bodrum’dan kebap getirdi. Taraf olduğunu bilmesen Türk’ten iyi dost yoktur. 15-20 bin Euro teklif ettim ki sırf Türkiye’de kalabileyim. Tanıdık, bildik herkese ulaşmaya çalıştım. Meclis’e kadar gittim. Ama olmadı.


Keşke bu savaş bitse ve herkesin, Kürt ve Türk sanatçıların kendi dillerini konuşabilecekleri, kendi şarkalarını birlikte söyleyebilecekleri bir mekan yaratabilsek diyor. Biz aynı toprakta beraber büyümüş halklarız. Birbirimizi elbette kabulleneceğiz. Ben Türkiye’de aydınların, sanatçıların buna inandığını da biliyorum.


1990’da köyü yakıldığında Şevin 13 yaşındaymış: “Köyümüz yakıldı. Çocuktuk, hiçbir şey bilmiyorduk. Asker gelip sabah beşte hepimizi köyün dışına çıkardı. Bütün erkekleri çırılçıplak soydu. Yengem herkesin önünde karda doğum yaptı. Erken doğumdu. Herhalde korkudan, bebek iki hafta erken geldi. Asker o sırada erkekleri soymuş, işkence yapıyordu


Evli çok kişi vardı. Harun vardı mesela. Harun arkadaş MHP’liydi. Almanya’dan katılmıştı. O da evliydi. Şehit düştü. Ailesine isyan edip gelenler de vardı. Parti içinde sınırlı da olsa evli çiftlerin olduğunu örnek verirken adı geçen Harun’un MHP’li oluşu sıradaşı bir durum gibi görünse de anlaşılmaz değil; aralarında sırf isyan duygusuyla karşı durulacak bir şey arayan militan ruhlu insanlar da vardı. O insanlaın çoğu için, içinde bulundukları yapının özellikleri değil, yapacakları eylem önemliydi. Karşı d urulacak bir haksızlık, kendilerini bir davaya adamaları için yeterli olabiliyordu.


Brusk, doksanlı yıllardaki faili meçhullerin, JİTEM’in namlı katili Yeşil’den bahsediyor. Belli ki o mitle yaşamış yıllarca. Diyarbakır’da askeri kanat sorumlusu olduğu dönemde adeta tango yapar gibi varlığını hissettiği isimdir Yeşil. Yeşil’in dehlizlerden kaçtığı, surlarda yürüdüğü, camilerin mahzenlerinde kan izleri bıraktığı efsanesi dolaşır. Diyarbakır’ın tarihi dokusuyla karışan bu karanlık mitin, Brusk’un zihninde hala canlı oması aslında şaşırtıcı değil. Yeşil’den söz ederken sesinde gizemli bir ton beliriyor. Belli ki ‘Yeşil efsanesi’ onun zihninde de yer tutuyor. Onunla kurduğu empatiyi, aynı dönemin adamları olmanın ortak ruh halini şu sözlerle taçlandırıyor: ‘Yeşil yaşıyordur. Ben nasıl yaşıyorsam o da yaşıyordur.


Polis sorguda Brusk’a ‘Taş kafalı, dua et ki Çatlı öldü. Yoksa seni ona teslim ederdim’ diyormuş. Korkmadığını görünce, Esat Oktay örneğini veriyormuş. ‘Esat Oktay Kıbrıs’ta görev yaparken, Rum çocukların kanını babalarının gözünün önünde içiyordu.’


Suriyeli Ömer, Brusk’un olduğu birime bir militan yollar. Gelen bayandır. Güzeldir. Gelir gelmez ‘Diyarbakır gençleri ne kadar soytarı’ der. ‘ Yolda laf atmışlar. Kız Türk’tü. Kod adı Jiyan’dı. Çok etkilendim ondan. Hem Türk, hem güzeldi. Çorumluydu. Müthiş bir insandı. Beni çok etkilemişti. Üç dört ay beraber faaliyet yürüttük. ‘Kemal Pir’in ruhunu canlandıracağım, onun mirasına sahip çıkacağım’ diyordu. Kürtçe bilmiyordu. 95’te Kandil’de soruşturmaya alındığını duydum sonra.


KENDİNDEN VAZGEÇEN İNSAN TEHLİKELİDİR!

Ya geride bıraktıkları? ‘Her gerilla annesini özler’ diyor. Tek çocuk olmanın verdiği duygusal yükün kendisi ve annesi için anlamını her ne kadar bir d önem görmezden geldiyse de şimdi kaybettiği zamanı telafi etmek telaşında. Evlendiği halde anne babasıyla aynı evde yaşamaya devam ediyor. Dağda kaldığı yıllar boyunca ailesini hiç aramamış…


Ona kendisini yalnız hissettirenen sadece sürgün olmadığını bildiğimden hayatla nasıl baş ettiğini merak ediyorum, onlu nelerin ayakta tuttuğunu. ‘baktım Kürtler beni dışlıyor, Türkler bulsalar öldürecekler. Ölmeye hazırsın, ama bir gece bir kurşun gelip seni bulacak diye korkuyorsun. Ölmek hiç kolay değil’ Yaşadıklarından biriktirdikleriyle şuna kanaat getirmiş. ‘Kendinden vazgeçen insan tehlikelidir. O zaman insana sahip çıkacaksın ki kendinden vazgeçmesin.’


Kardeşimin şehit olduğunu öğrenince ‘Halkım sağ olsun’ demiştim. Yanımda bir sürü arkadaşım şehit düştü. Her çatışmada önden iki kişi kendini feda ediyordu. Yoldaşlık mbudur. Dağda bir mermi yüreğime değsin de kurtulayım dediğim oldu. Ama hiç pişmanlık duymadım. Ama bu ülkede –İngiltere’de- bir gün bile mutlu olmadım. Londra’da altı aydır derneğe gitmiyormuş. ‘burada örgüt bozulmuş. Bu, PKK değil. Benim PeKeKem bu değil’ diyor.


Ben o barbar devleti çok iyi tanırım. Türkiye’de korku olmadığı sürece kimse devleti dize getiremez. PKK gücünü kanıtladı. Adamlar yenilgiyi kabul ediyor. Ertuğrul Özkök bile sanki PKK’lı olmuş!


Silahı hala güvence olarak görüyor: “Silahın kötü olduğunu biliyorum ama yapacak bir şey yok. PKK dağda olmasa Ahmet Türk Meclis’te konuşamaz.


Bir gün dağda radyodan Sezen Aksu’yu dinlerken bir arkadaş gülerek ‘Biraz sonra öleceğiz, sen Sezen Aksu dinliyorsun’ d emiş. ‘Marş dinlesem ne olacak, yine ölmeyecek miyim?’ diye cevap vermiş arkadaşına. O nedenle ‘Savata büyük fikirler üretemezsiniz. Karşıdan bir adım bekliyorsanız ateşi kesmeli, ona düşenme fırsatı vermelisiniz’ diyor…


Ben inanmıyorum askerlerin savaşacağım, adam öldüreceğim diye asker olduklarına. Bir keresinde peşime düştüler. Bir ağacın üzerine tırmandım. Askerler geldi, bir derenin kenarında dinleniyorlar. Suyla oyun oynuyorlardı. Silahımı davransam belki 20 askeri öldürürdüm. Kendim de ölürdüm. Baktım hepsi benim gibi çocuk. Vazgeçip onlar gidene kadar bekledim.


‘Annem dindar bir kadındır’ diyor Azad. ‘Bir gün namaz kılarken telefon çalmış. Namazı bozmamak için bakmamış telefona. ‘allah’ım kurban olayım, bir ışık, bir işaret gönder, oğlumdan bir haber alayım’ diye dua etmiş. Namazı bitince devamla çalan telefona bakmış. Bir arkadaşım Med TV’de konserimin olduğunu, televizyona çıkacağımı söylemiş. ‘Allah’ım’ d emiş ‘sana şükürler olsun. Duamalarım kabul oldu.’ Bir gün ‘anne’ dedim ‘bana ait ne var evde?’ Her şey bıraktığın gibi duruyor’ dedi. ‘En çok hangisini s eviyorsun?’ diye sordum. ‘Hepsi sana ait, bıraktığın boş bira şişesini dahi atmadım’ dedi. Elbiselerimi bir sandığa koymuş, kokluyormuş.’


Hiç hatırlamak istemediği acılarına, kabuslarına geliyor sıra: “Bir erkek arkadaşım jiletle parmaklarımı dilim dilim kesti. Bir süre sonra hissetmiyorsun. Parmaklarım jiletle kesilirken izliyordum. İşaret parmağım ilk önce kesildi. Rüyama girdi sonra. Korkunç bir rüyaydı. Boş bir zeytin kutusu vardı. Kesilen parmaklarım oraya düşüyor. Durmadan aklıma ilk düşen parmağım geliyor. Uzun yıllar aklıma geldi hep. Elleri, senin ellerin gidiyor ve bir daha olmayacak. O an her şey farklı oluyor. Keşke böyle olmasa diyorsun. Orada her şey var. Her türlü duygu…” El ve ayak parmakları kesiliyor Rewan’ın. Zeytin kutusunda biriken parmakları alıp mağaranın önünde bir çukura gömüyorlar. ‘Parmaklarımı gömdüler’ diyor. ‘Nerede göülü olduklarını bugün gitsem bulurum’…


Birebir çatıştığı, silah doğrulttuğu askerlerle ilgili sözlerinin benzerlerini başka militanlardan da duymuştum. Sahada bulunanların yaşadığı bu ortak kaderin yarattığı empati beni artık şaşırtmıyor: ‘Çoğu asker bağırıyordu. Seslerini duyuyorduk. Ağlayarak ‘Anne! Anne!” diyorlardı. Biz altmış kişiydik. O gece on şehit verdik…

En Çok Aranan Haberler