HABER

Neden kanser oldular?

İstanbul Bilim Üniversitesi’nde yapılan araştırma, hastaların kanseri nasıl algıladıklarını ortaya koydu. Kendilerine, ‘Ben neden kanser oldum?’ diye soran hastaların yüzde 47’si hastalığı ‘alın yazısı’ olarak nitelendirdi, yüzde 45’i bunun ‘haklı bir ceza’ olduğunu söyledi.

Neden kanser oldular?

Dünyada yapılan araştırmalar, kanser hastalarının hastalığa yüklediği anlamların, hastanın tedaviye uyumunu ve psikolojik yapısını etkilediğini gösteriyor. Bu nedenle kanser hastasının, kanseri algılama şekli, hastalığına ne anlam yüklediği, ailesinin ve yakınlarının ona ne söyledikleri önem taşıyor. Hasta, ailesi ve hekimler arasında büyük çelişkilerin yaşanması ise ciddi bir stres kaynağı oluşturuyor.

İstanbul Bilim Üniversitesi Avrupa Florence Nightingale Hastanesi Araştırma ve Uygulama Merkezi Medikal Onkoloji Bölümü de böyle bir çalışmaya imza attı. Çalışma, 39’u kadın, 23’ü erkek olmak üzere toplam 62 hastadan toplanan verilerle gerçekleştirildi.

İstanbul Bilim Üniversitesi Onkoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gökhan Demir, Öğretim Görevlisi Dr. Kerem Okutur ve Klinik Psikolog Enil Afşaroğlu tarafından yapılan araştırma, Türkiye’deki hastaların, kanser algılarını saptamak amacıyla yapıldı.

Çalışmaya katılan hastaların yüzde 47’si kanser olmalarını ‘alın yazısı’, yüzde 45’i ‘haklı ceza’, yüzde 45’i ‘hava kirliliği ve besinlerdeki zehir’, yüzde 42’si ‘sevilen bir kişinin kaybı’ ve yüzde 42’si ‘yanlış beslenme, sigara ve alkol tüketimi’ne bağlıyor.

Araştırmanın başında bulunan Prof. Dr. Gökhan Demir, yaptıkları çalışmanın kanserle mücadelede ne anlama geldiğini anlattı. Prof. Demir, “Toplumumuzun bir resmini çekmiş, hastalarımızın, hastalıklarını nasıl algıladıklarını görmüş olduk. Bu algılama şeklinin aslında çok sağlıklı olmadığını ve bu konuda çaba harcamamız gerektiğini de tespit ettik. Bu alanda yapılmış benzer araştırmalar olabilir ancak uluslararası literatürde Türkiye’den ilk kez böyle bir çalışma yayınlandı” diye konuştu.

Prof. Demir ve ekibinin yaptığı araştırmaya ilişkin makale, Eylül 2010’da Balkan Uluslararası Onkoloji Dergisi Journal of BUON’da yayınlandı.

Araştırmanın en dikkat çeken noktalarından biri; hastaların önemli kısmının kaderci bir tutum sergilemeleri. Prof. Demir, bunun tedavi başarısında olumsuz etki yaptığını söylüyor. Çünkü Demir’e göre, kanser hastasının hastalığını ‘kader’ olarak nitelendirmesi ‘değişmezliği’ simgeleyebilir. Bu da ‘benim elimden hiçbir şey gelmez, ben bir şey yapamam’ düşüncesini doğurur ve tedaviye uyumu güçleştirebilir:

“Kansere objektif şekilde bir hastalık olarak bakmakla, cezalandırılma yolu ve kader olarak algılama birbirinden çok farklı. Bu durum, hastanın mücadele azmini veya mücadele yeteneğini değiştiriyor. Siz hastalığı, ‘kader’ olarak algılarsanız, o zaman kadere boyun eğmek gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Bu bizim pek çok kanser hastasında yaşadığımız bir süreçtir, aslında bu, bütün dünyada böyledir, yani sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Önce inkâr, arkasından, ‘Neden ben?’ sorusu, arkasından da ‘kader’ diyerek bir kabulleniş süreci yaşanır. Ama bütün bu süreçlerde tabii ki biz hekimlere de pay düşüyor. Çünkü bu bir travma ve hasta bu süreçleri yaşarken bizim, hastaya profesyonel bir psikolojik destek sağlamamız gerekir. Sonuçta bunu kadere bağlamak yerine, bunun herkesin başına gelebilecek yüksek tansiyon, kalp hastalığı veya diyabet gibi bir hastalık olduğunu anlatmamız lazım. Çünkü bütün hastalıklar aynı kategoridedir, hiçbiri ceza veya kader değildir. Bunun, algılamamızla ilişkili bir durum olduğunu bilmek, bunu bir hastalık olarak görerek onunla mücadele etmek veya birlikte yaşamayı öğrenmek gibi bir algı geliştirmemiz çok önemli.”

Kansere yakalanan her insanın genellikle sorduğu ilk soru; ‘neden ben?’ oluyor. Kanser hastaları, hastalıklarını anlamlandırma ve nedenleri ile ilgili kuramlar öne sürme eğilimi gösteriyor. Hastalar genellikle hastalıklarını algılayış biçimleri hakkında konuşmaktan çekiniyor.

Araştırmadaki ‘kadercilik’ oranının yüksek olmasının, Türkiye’nin psiko-onkoloji açısından yetersizliğinin de bir göstergesi olduğunu belirten Prof. Demir, kanserde destekleyici ve tamamlayıcı tedavilerin gerekliliğine ise şöyle vurgu yapıyor:

“Buradan çıkan sonuç; psiko-onkolojik olarak yeterli düzeyde olmadığımızdır. Çünkü bizim hastalarımızı o algıdan uzaklaştırmamız gerekiyor. Bu sadece onkoloğa düşen bir rol değil, destekleyici onkolojinin de bu konuda çok büyük önemi var. Bir takım grup tedavileri, psikolojik destek gibi unsurlar da bu işin içinde mutlaka olmalı. Çünkü kanseri algılayış biçimi, hastanın tedaviye uyumunu ve cevabını önemli ölçüde etkileyebiliyor. Bu konudaki çok önemli parametrelerden bir tanesidir.

Bizim bu iki spektrumda hastamızı değerlendirmemiz, hastalıkla ilgili daha gerçekçi algılamaya ve daha objektif mücadele etmeye yönelik motivasyon sağlamamız gerekir. Bizim de hekim olarak görevimiz bu olmalı.

Ayrıca biz destekleyici, tamamlayıcı tıp dediğimiz zaman herkes sadece bitki çaylarından, bitkilerden söz ettiğimizi zannediyor. Oysa meditasyon, yoga, reiki, sanat tedavisi gibi yöntemlerin hepsi destekleyici ve tamamlayıcı tıbbın öğeleridir. Ama o alanlar bomboş, hiç kimse bunlarla uğraşmıyor. Herkes daha çok ‘hangi bitkiyi kaynatırsam, neyi yersem ve içersem bağışıklık sistemim güçlenir’le uğraşıyor. Hâlbuki diğer yöntemler de en az yeme–içme kadar önemli. “

Araştırmaya katılan kadın hastalardaki en sık inanış yüzde 51 ile ‘alın yazısı’ iken, erkeklerde ‘hava kirliliği ve besinlerdeki zehir’ yüzde 52 ile ön plana çıkıyor. Eğitim düzeylerine göre incelendiğinde ise en sık bildirilen inanışlar, ilkokul mezunu olanlarda, yüzde 62 ile ‘haklı ceza’, üniversite mezunu olanlarda ise yüzde 63 ile ‘yanlış beslenme, sigara ve alkol tüketimi’ şeklinde.

Araştırmaya katılan hastaların yüzde 19’u 65 ve üzeri, yüzde 51’i 45–64 yaş grubunda, yüzde 19’u 35–44 yaş grubunda, yüzde 9’u ise 25–34 yaş grubunda bulunuyor. Hastaların yüzde 43’ü ilkokul mezunu, yüzde 25’i ortaokul ve lise mezunu, yüzde 30’u ise üniversite mezunu.

Kanser hastalarının bir bilinmeyene karşı savaş verdiklerini belirten uzmanlara göre, araştırmadan çıkan en önemli sonuçlardan biri de kanser hastaları ile kurulan iletişim. Araştırmanın sonuç bölümünde, “Hastalara, hastalıkları ve tedavileri hakkında doğru eğitilmeleri için yol gösterilmeli, duygularını ve düşüncelerini rahatça dile getirebilmeleri için fırsat verilmeli, yeterli zaman ayrılmalıdır. Ayrıca hastanın hastalığını nasıl anlamlandırdığı öğrenilip, yanlış ve tedavi sürecini olumsuz etkileyen inançları değiştirilmeli, bu aşamada destek alabilecekleri kaynaklar hakkında bilgi verilmelidir. Ancak bu şekilde hastanın tedaviye olan uyumu arttırılıp hastalıkla daha efektif şekilde mücadele edebilmesi sağlanabilir” ifadesi yer alıyor ve ‘kanser hastaları ile kurulan iletişimde hastalar, tedavileri ile ilgili soru sormaya teşvik edilmelidir’ deniyor.

Araştırmanın sonuç bölümündeki bu ifadeyi değerlendiren Prof. Demir’e, “Türkiye’de hastalar doktorlarına soru sorabiliyor mu, soruyorsa cevabını yeterince alabiliyor mu?’ diyoruz. Demir, “Bu konuda kuşkusuz bir iletişim eksikliği var” diyor ve şöyle devam ediyor:

“Maalesef Türkiye’de hastalar doktorlarına yeterince soru sormuyor, yani bir iletişim eksikliği olduğu kesin. Burada iki tarafa da önemli görevler düşüyor. Birincisi hasta bazen öğrenmek istemiyor. Bu hastanın hastalığa karşı geliştirdiği savunma mekanizmalarından biridir. Hastaların bir kısmı, tedavisini ve neler yaşayacağını öğrenmekten uzak duruyor. Bir diğer neden de hekimlerin hastaya yüzde yüz bilgi vermemeleri.

Çünkü bu bir travma. Yani hastaya kanser teşhisini söyleyerek travma yarattıktan sonra sizin ona bir psikolojik destek sağlamanız lazım ki hasta o travmayla baş edebilsin. Türkiye’de böyle bir şey olmadığı için doktorlar da bazen tanıyı yumuşatarak söylüyorlar. Burada aileler de hekime çok büyük baskı yapıyor. ‘Sakın teşhisi söylemeyin, O, bu teşhisi kaldıramaz’ gibi şeyler söylüyorlar, bu bir sosyal baskı. Bizim kültürümüzle ve geleneklerimizle de alakalı bir şey ama bunların hepsi yeterli bilgi, eğitim ve altyapı ile halledilebilir. Aileler de böyle bir teşhis konulduğu zaman yoğun bir psikolojik destek alınması ve hastanın yalnız bırakılmaması gerektiğinin farkında olurlarsa, olaya daha gerçekçi yaklaşabilirler. Bu altyapının oluşmasında ve bilinç düzeyinin artmasında medyanın katkısı çok önemli. Toplumun duyarlı olması ve devletin de bu konuya önem vermesi gerekiyor.”

Hastaların doktorlarına soru sormadığını söyleyen Demir’e Türkiye’de genellikle hastaların doktorlarına ulaşmakta zorlandıklarını, sordukları sorulara bile cevap alamadıklarını, yani doktorların hastalarına yeterince zaman ayırmadıklarını hatırlatıyoruz. Prof. Demir’in yorumu şöyle oluyor:

“Çok haklısınız, kesinlikle doktorlar hem hastalarına yeterince zaman ayıramıyor hem de psiko-onkoloji konusunda yeterli donanıma sahip değiller. Ama bu, tüm dünyada böyledir aslında. Çünkü kanser tedavisi multidisipliner bir iştir ve hastanın aslında tek bir hekimi olmamalıdır.

Her kanser hastasının nasıl bir medikal onkoloğu oluyorsa aynı zamanda bir de klinik psikoloğunun olması gerekir. Böyle bir ekibin oluşması şart, bu olmadığı için ne yazık ki bu tür iletişimsizlikler yaşanıyor.“

Araştırmaya katılan hastaların yüzde 45’i hastalığın oluşma nedenini “haklı ceza” olarak bildirmiş. Uzmanlar, hastaların hastalıklarını bir ceza olarak algılamalarının nedenini, ‘geçmişteki bazı davranışlarından dolayı kendilerini suçlu ve sorumlu hissetmeleri’ şeklinde açıklıyor. Araştırmaya göre, bazı hastalar da kanser olmalarından kendilerini sorumlu tutuyor. "Kendime yeteri kadar değer vermedim", "çoğu zaman olumlu bir insan olmadım", "çok stresliydim", "eşimden boşanmasaydım kanser olmayacaktım" gibi inanışlar hastanın kanser olmasından kendisini sorumlu tutmasına ve daha fazla öfkelenmesine neden oluyor. Hastanın kendisine duyduğu bu öfke ise tedaviyi olumsuz etkileyen önemli faktörlerden biri olarak görülüyor. Bu konuda araştırmanın sonuç bölümünde şu ifadelere yer veriliyor:

“Ne hastalıktan önce ne de hastalık sürecinde kişilerden sürekli olumlu olmaları beklenemez. Hastalara sürekli olarak “moralini yüksek tutmalısın, hiçbir şeyi dert etmemelisin” gibi yaklaşımlarda bulunulması onlarda daha fazla kaygıya neden olabilir. “Bugün istemeden hep kötü şeyler düşündüm, acaba hastalığım nüks edecek mi?”, “Moralimi yüksek tutamıyorum, ben hiç iyi olamayacağım”, “Kendimi kötü hissettiğimde tümör hızla büyüyebilir ve bu benim suçum.” Hastalardan sürekli beklenen ‘olumlu düşünme’, bu örneklerde de görüldüğü gibi hastalarda hastalıklarının tüm sorumluluğunu kendilerinin üstlenmesi gerektiği düşüncesi ve beklentisini doğurur, böylece hastalardaki anksiyete durumu artabilir. Özellikle doktorlar tarafından hastaya hastalığı ile ilgili uygun bir açıklama yapılması, bu "hak edilmiş ceza" inanışını azaltabilir.

“Sevilen bir yakının yitirilmesi depresyona yatkınlığı artıran etkenlerdendir” denilen araştırmada, bu durumun kanser hastalarını nasıl etkilediği ise şu şekilde açıklanıyor:

“Çalışmamızda hastaların yüzde 42’si sevdikleri bir yakınlarını kaybettikten sonra kanser olduklarını belirtmişlerdir. Dolayısıyla hastalıklarının ortaya çıkmasını yaşadıkları bu kayba bağlamaktadırlar. Depresyon, yas ve keder kişiyi kansere karşı daha korumasız yapabilir, fakat literatürde şu anda bu görüşü destekleyen yeterince veri yoktur.

Daha önceki çalışmalarda, her kaybın insanları kaçınılmaz bir kederin içine sürüklediği, tüm geçmiş kayıpları uyandırdığı ileri sürülmüştür. Kanser hastaları da tanılarını öğrendiklerinde bir yas süreci içerisine girerler. Eski hayatlarının, sağlıklı yaşamlarının ve bazen de cerrahi müdahale ile alınan bir organlarının kaybını yaşarlar. Bu kayıp ve yas süreci onlara geçmiş kayıpları tekrar yaşatabilir. Bu yüzden de hastalarda hastalığın ortaya çıkma nedeni olarak ‘sevilen kişinin kaybı’ algısını doğurabilir.

Eğer kişi geçmiş kayıplarının yasını tam olarak tutabilirse, her yas kişinin büyümesi ve yenilenmesi için bir araç olabilir. Bu teori kanser hastaları için düşünülürse; eğer hastalar geçmiş yaslarını tutmuşlarsa ve hastalık süreçlerini bir ‘değişim’ fırsatı olarak yaşayabilirlerse kendi farkındalıklarını artırabilirler, hayata yeni bir pencereden bakabilirler, ‘şimdi ve burada’ yı barındıran içgörünün keyfini çıkarabilirler. "Şimdi" kaliteli yaşamak için (ya da "mutlu olmak" için) tüm potansiyellerini kullanmayı seçebilirler. William Niederland’ın da belirttiği gibi “beden parçalarının yitimi ya da yitim tehdidi, kişileri başka beceriler ve yetenekler geliştirmeye ve incinmeyi tamir etmeye yöneltir.”

YORUMLARI GÖR ( 0 )

En Çok Aranan Haberler