Mynet Trend

BİZE ULAŞIN

Ortadoğu'nun En Güçlü Kadınlarından Jocelyne Saab

Çektiği belgesel filmlerinde savaş, etnisite, kadın olmak gibi konulara yer veren Lübnanlı gazeteci ve yönetmen Jocelyne Saab, Boğaziçi Üniversitesi’nin uluslararası misafir programı Boğaziçi Chronicles kapsamında İstanbul’daydı. Magma, Saab ile filmler, kadın sorunları ve etnisite üzerine konuştu.

Ortadoğu'nun En Güçlü Kadınlarından Jocelyne Saab

Söyleşi: Bengisu Bayrak

Gözlerimden Öpme (Dunia), gazetecilik geçmişimizi ve belgesellerimizi de yansıtan, oldukça gerçekçi, bir film olmanın yanı sıra, üç kadın karakterin araba içerisinde oturarak nargile içtiği sahnede olduğu gibi, Orta Doğu’ya ait bir espri anlayışını da barındıran bir melodram aynı zamanda. Gözlerimden Öpme’nin ilham kaynakları ve disiplinler arası yaklaşımınız hakkında neler söylersiniz?

Gözlerimden Öpme’yi yazmak çok uzun zaman aldı. Bir akademisyenden cinsellik üzerine bir araştırma yapmasını istedim. Yakınlardaki güzel sanatlar üniversitesinin öğrencilerine sorulmak üzere yine aynı konu hakkında sorular hazırladım. Bu akademisyen soruları öğrencilere dağıttı. Gelen cevaplar berbattı. Bazıları neredeyse pornografikti, bazıları ise çok gizildi, bir şeyler sakladıkları belliydi, bunu görebiliyordum. O dönemde Kahire’de işler çok zordu. Benim için bilgileri araştırma raporuna giren kız, polisin yaptığı bu iş yüzünden evini basabileceğini ve artık işine devam edemeyeceğini söyledi. İlk önce bir belgesel yapma fikriyle başladım, ama sonra kurmaca olması gerekliği ortaya çıktı. Alınan cevaplardan birinde bir kız şöyle demiş: ‘Ona dedim ki, bedenimi alabilirsin ama kalbimi değil’. Bu, filmde de var. Bu cevap benim için bir dönüm noktasıydı… İlham kaynaklarına dönersem, Gözlerimden Öpme’yi yazarken dans ve müzikalin de etkisi büyük oldu, çünkü dansı çok seviyorum. Daha önce ‘almeh’ üzerine bir film yaptım. ‘Almeh’nin, Geyşa gibi eğitimli bir kadın olması şart. Bunun yanı sıra, edebiyattan anlaması, nasıl konuşulması gerektiği bilmesi ve çok iyi dans etmesi gerekiyor. Ben de, bunu modernize etmeyi ve bu şekilde de dansın değerini yeniden bulmasını istedim. Çünkü Arap kültüründe dansçıya fahişe gibi bakılır. Dançı için Arapça’da kullanılan kelime bile böyle bir imadadır hâlbuki dans için kullanılan esas kelime ‘rakisa’dır. Demek istediğim, bunu asil bir şekilde veya kötücül bir şekilde söyleyebilirsiniz. Ben bedeni, içinde bulunulan duruma bir anlam vermek için yeniden konumlandırmak istedim. Bunun için de, günün birinde bir ayna satın alarak kendi bedenine bakmaya karar veren bir kızın hikâyesini yapmayı düşündüm. Bir hikâyeyi onlarca farklı şekilde anlatabilirsiniz. Öğrencilerden biri, evlerinde yüze bakmak için küçük bir el aynası dışında başka bir ayna olmadığından, 18 veya 20 yaşlarında bir gezi sırasında kaldığı oteldeki boy aynasında ilk kez kendi bedenini çıplak olarak gördüğünü ve kendi bedenini keşfettiğini yazmıştı. Bu da beni etkileyen şeylerden biriydi. Kendi kendime dedim ki, belki de bu, kendine bir ayna alarak kendini bulmaya ve hayatını değiştirmeye karar veren bir kızın hikâyesi olmalı. Annesi dansçı olan bir kızın annesi gibi olmak istemesi fikriyle, Mısır’da büyük bir sorun olan genital mutilasyon sorununu bir araya getirdim. Bu filmin bir belgesel olmasını veya bir belgesel gibi başlamasını istemedim. Çünkü Mısırlı kızlar genital mutilasyonu çantalarında taşımıyorlar, doğdukları günden itibaren hayatlarının içinde.

Genital mutilasyon kızlar bebekken mi yapılıyor?

Üç ile yedi yaş arasında, bazen on üç. Pek çok kız ölüyor veya ciddi enfeksiyonlar oluşuyor. Enfeksiyondan kurtulanlar, büyüdüklerinde doğum yaparken çeşitli sorunlar yaşıyorlar. Nasıl yapıldığına bağlı olarak farklı problemler ortaya çıkıyor. Dunia karakteri de genital mutilasyona uğramış bir kız.

Dunia ile dans nasıl tekrar değerini buluyor?

Değeri yeniden bulmak için bir profesöre gereksinim vardı ve Dunia’nın üniversiteye gitmesi gerekiyordu. Dansın temeline gönderme yapmak için Sufi dansına gitmeliydim. O yüzden, bir Sufi profesörü karakteri yarattım. Bunların hepsi karıştığında hikâyemi buldum, detaylar da hikâyenin içinde yerini buldu. Doğu toplumuyla ilgili pek çok şeyi gösterdim. Dunia ve erkek arkadaşı arasındaki şiddet gibi, sevmediği biriyle evlenmesi gibi. Doğu toplumunda bir kadın evliyse, ne isterse yapabilir. Bu, bir tür liberasyon... Dunia Sufizm çalışır ve dans için bir hocası var. Bu şekilde dans tekrar değerli bir şey olacaktı. Film için toplumun her detayını çalıştım. Belgesel ve gazetecilik geçmişimden söz etmeniz sanıyorum bu yüzden. Hikâyeyi yazmak üç yıldan fazla sürdü. Film, dans ve genital mutilasyonla ilgili ama aslına bakarsanız, genital mutilasyon filmin drama noktası ve pratik olarak filmin 2/3’ünü kaplıyor. Kendini keşfedince, hocasına ve aynı zamanda hocasının aklına âşık oluyor. Sufi disiplininde beden kötü bir şey değildir, bilakis, bilgiye ulaşmak için bedeniniz üzerinden sevgiyi iletmeniz gerekir. Bu maalesef Mısır’da kötü bir şekilde yorumlandı. Beni her kadının bir âşığı olması gerektiğini, vb. saçma şeyleri ima etmekle suçladılar. Toplumdaki neredeyse tüm kadınların genital mutilasyona uğramış olduğunu bir düşünün. Sadece %3 genital mutilasyona maruz kalmamış. Şimdilerde Birleşik Milletler istatistikleri bu oranın %7 olduğunu söylüyor. Filmden sonra genital mutilasyonun son bulması için bir yasa çıkardılar. Bu arada pek çok başka problemler çıktı. Uzun hikâye… Neyse, sonuçta meseleye parmak basmıştım. Toplumun tümünün bu problemle sessizce yaşamasına, bu sorunun kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi karmaşıklaştırmasına ve vahşileştirmesine seyirci kalamazdım. Filme geri dönüp baktığımda bir konuda hata yaptığımı düşünüyorum, o da Birleşik Milletler istatistiklerini filmin sonuna koymaktı. Bir nokta koymak zorunda değildim, bunun yerine insanların düşünüp konuşmasına izin vermeliydim. Bu, beni tekrar belgesele getirdi, hâlbuki ben bir kurmaca film yapıyordum.

Ama bunun izleyicide bir şok etkisi yaratması da önemli değil mi? Sonuçta, bu sorunun ne kadar büyük bir oranda olduğunu hatırlatıyor ve işe yarıyor.

İşe yaradığı doğru, çünkü filmim yasaklandı. Filmin ilk gösterimine 400 gazeteci geldi ve sanki filmin dışarıya çıkmasını istemiyor gibiydiler, onlar bile film hakkında konuşmama izin vermediler. Yıllar sonra, yönetmenler, oyuncular gelip onların yapmaya ve hakkında konuşmaya cesaret edemeyeceği bir şeyi yapmış olduğum için bana teşekkür ettiler… Sık sık Mısır’a gidiyorum. Orada ziyaret ettiğim bir aile var. Kadın bana bir keresinde filmimi izlediğini ve dördüncü kızına genital mutilasyon yaptırmadığını söyledi. Filmin etkisinin ne olduğunu tam olarak bilemiyorum ama buna sevinmiştim. Film bir kere festivalde gösterildi ve sinemalardaki ticari gösteriminden çabucak aldılar. Basın gösterimi sırasında basının sözlü saldırısına uğradık. O kadar sertlerdi ki, sonunda oyunculardan biri ağladı ve başroldeki erkek oyuncu filmi genital mutilasyonla ilgili olarak yapmadığını, sadece entelektüel olarak filmle ilgilendiğini söyledi. Oyuncunun bunu bu şekilde söyleme nedeninin, o oyuncunun genital mutilasyonun maksimum düzeyde olduğu bir bölgeden geliyor olması olduğunu düşünüyorum. Yani düşünün, iki oyuncum film basın gösteriminde benim yanımda olmadılar. Bu olaylar televizyona çıktı ve prime time’da televizyondaydı. Sonuçta bu sorun biliniyordu ve bu da filmin tanınmasına yol açtı. O dönemde başbakanlık sekreterini aradım ve desteklerini istedim. Sekreter bana ülkeyi alt üst ettiğimi ve çok tehlikeli olduğundan arkamda olamayacaklarını söyledi. Yıllarca BM, UNICEF gibi organizasyonlarla bir şeyler yapıyorlardı ama filmi kullanıp ülkeyi değiştirmeye çalışmadılar. Çünkü politik durum ve güç meseleleri buna izin vermiyordu.

Bu coğrafyada sanat, film, hatta gazetecilik yapmanın güçlüklerini göz önünde bulundurduğunuz zaman kendinizi kültürel bir azınlık olarak görüyor musunuz?

Evet, ama hayır. Çünkü, kendinizi azınlık olarak görmeye başladığınız anda hiçbir şey yapmazsınız. Bu durumu unutmanız gerekiyor. Lübnan’da Hristiyan ve Müslüman topluluklar arasındaki savaş, Hristiyanların kendilerini azınlık olarak görmelerinden, korkmalarından ve sürekli bunu zihinlerinde taşımalarından da ileri geldi. Ben bunun yanında durmadım ve tabi ki reddedildim. Bir azınlık olduğunuzu bildiğinizde, bunun tam tersi davranmanız gerekiyor, ileriyi görmeniz gerekiyor. Sanatta, sinema ve diğer entelektüel alanlarda bunu başarabiliyorsunuz. O yüzden, bir azınlık olduğumu söylemek yerine bir sanatçı olduğumu ve sanat dünyasının sosyal ve politik duruşuyla çok güçlü olabileceğini söylüyorum. Problem şu ki, sanat dünyası yeterince politik değil. Özellikle de 1970’ler ve 1980’lerde durum böyleydi. Şimdilerde savaş yüzünden, IŞİD yüzünden biraz daha politik.

Genel yönetmeni ve küratörü olduğunuz Kültürel Direnç (Cultural Resistance) festivalinin itici motivasyonunun ne olduğunu biliyoruz, ama etkilerini tam olarak bilmiyoruz. Nasıl bir etkisi oldu?

Etkilerin neler olduğunu tanımlamak zor. Bir resim yaptığınızda, bunu kimin alacağını bilmezsiniz, ama yine de yaparsınız. Lübnan’da durumlar korkunçtu. Her iki günde bir, bir intihar bombacısı olayı yaşanıyordu ve hayat durmuştu. Sanatımın yeterli olmadığını düşündüğüm bu dönemde gerçek bir politik eylem olarak festivali yapmak ve sahaya çıkmak istedim. Bu festivali savaş bölgesinde yarattık. Hükümet yoktu, çalışan kurum yoktu, her şey çok kötüydü. Bu durumda parlamentoya ‘uyanın ve bir şey yapın!’ demek bizim görevimizdi. Çoğunluğu Asya’dan olmak üzere birçok kişiyi davet ettim. Festivali insanların dağıldığı bir kentte, bombaların altında yaptık. Bunu Le Monde gibi önemli gazeteler yazdı, televizyona çıktı. İlk yıl çok az insan vardı. İkinci yıl, festival o kadar duyuldu ki her yerden ilgi büyüktü. Filmler zor filmlerdi, her biri geldikleri ülkelere ayna tutan, çevresel sorunlardan savaşa, cinsel ilişkilerden toplumsal cinsiyet (gender) meselesine kadar var oluş biçimlerini sorgulayan filmlerdi. Bazı insanlar bunun zor bir görev olduğunu söyledi, ama çok gerekliydi ve takdir gördü. Bu yıl daha küçük çapta bir festival yapmak zorunda kaldık çünkü para bulmak çok zordu. Ama önemli bir şey oldu. Kültürel Direnç’ten sonra düzinelerce festival ortaya çıktı ve Lübnan çok küçük bir ülke, Türkiye gibi değil. Bu sadece benim yüzümden oldu demiyorum ama sanırım bir ilham kaynağı oldum. Bu etki daha ziyade insanların kafasında oluştu. İlginç olaylar da oldu. Bir üniversitede, bir güzel sanatlar fakültesi dekanı bana ‘fikrinizi çalabilir miyim?’ diye sordu. ‘Tabi ki’ dedim. Üniversitelerden destek istiyorum ve destek de görüyoruz; ama maddi olarak o kadar az para bulabiliyoruz ki böyle bir şeyi tek başınıza yapabilmek için çok zengin olmanız gerekiyor. Festivalle kenti değiştirmek, sanat ve sinemayı bir araya koymak istedim, ne verecek göreceğiz.

Tuhaf bir şekilde bazıları direnç kelimesini Filistinlilerle ve Hizbullah’la özdeşleştirdi ama bu kültürle ilgili bir şey, silahlarla ilgili değil. Festival sırasında bu sefer konuşmamı yaptım ve çok ilginçti ki iki hafta sonra Avrupalı bir büyükelçinin benim kelimelerimi bire bir kullanarak bir konuşma yaptığını gördüm.

Lübnan’da bir dönem her gün bir intihar bombası patladığından söz ettiniz. Neler Oluyor? (What’s Going On?) filminizin sinematografisi ve Celal karakterinin kitabı üzerinden kurguladığınız gerçek ve hayal ürünü karışımı filmi bütünüyle sürrealist yapıyor. Bu, Doğu dünyasında görülen inanılmaz olayların günlük yaşamın parçası hâline gelmesi meselesinin bir yansıması mı?

Bunu böyle görüyorsanız, müthiş! Filmi yaptığımda ilk amacım hayal etme özgürlüğü üzerine odaklanmaktı. Bu yüzden bir yazar ve nereye isterse oraya götürdüğü karakterler icat ettim. Doğrudan bir şekilde konuşamazdım, o yüzden sürrealist bir film yapmaya karar verdim. İkinci amacım, Gözlerimden Öpme’den sonra o kadar sıkıntı çektim ki, ne istersem onu yapmak istedim. Tamamen özgür olmak için. O yıl, Kitap Yılı’ydı ve hükümet biraz para vermişti. Ama filmden memnun olmadılar çünkü kitap satmak veya kitap basmak, Orta Doğu’nun ‘en iyisi’ olduğumuzu göstermek gibi konularda bir şeyler bekliyorlardı ve ben tartışmaya yol açacak bir sürrealist filmle karşılarındaydım. Film bir anlamda, ‘anormal’ şeylerin yaşandığı bir kent günlüğü. Sanıyorum sizin bakış açınızın oluşmasında bunun da payı var. Sanatçılar konuşmaktan korkuyor. Bu yüzden filmdeki yazar karakterine ve tabi kendime de gerçeklikten kaçma şansını verdim, neyin ne zaman filmin kendi dünyasının gerçeği veya hayal ürünü olduğu belli olmuyor. Ama filmi yorumlama biçiminizi çok sevdim. Çünkü film yapıldıktan sonra, o artık yönetmenin filmi değil.

Aslında filmlerin bağlamının, politika ve sosyal meseleler anlamında hayatın akışına göre değiştiğini, dönüştüğünü de söyleyebiliriz.

Haklı olabilirsiniz. Onu 2009’da yapmıştım. Filmi yeniden izlemeliyim! Filmlerimde sosyal ve politik farkındalığı kılavuzum olarak görüyorum. Hükümet kentteki tek bahçeyi yok etmek istedi. Sadece bir tane büyük bahçemiz var. Mantıklı olun biraz. Tüm halk bir bahçe için sokaklara döküldü. Bu yüzden filmin kadın karakteri filmin sonunda ‘bahçeyi bulana kadar seninle sevişmeyeceğim’ der. Bu, bir gerçeklikten çıktı, yani film politik ve sosyal durum anlamında gerçeklikten kopuk değil. Ayrıca, gerçeklikten söz etmek için gerçeklikten çıkmak en iyi yollardan biri. Durum politik olarak ne kadar kötüyse, sizin deyiminizle ‘kültürel azınlık’ o kadar çok şey yapmalı. IŞİD’in Paris saldırısından dört gün önce aynısı Beyrut’ta yaşandı, ama kimse bundan söz etmedi. Biz etmeliyiz. Bundan yüzyıl önce Duchamp gibi sürrealistler değişim istediler ve yüzyılı değiştirdiler. Belki de şimdi, zaman öyle bir zaman. Aynı şekilde devam edemeyiz, bir şeyler yapmamız gerek.

Suriyeli mültecilerin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle de bugünün çocuklarının yarının yetişkinleri olacağını göz önünde bulundurarak. Sizce Fransa’daki yeni nesil Cezayirliler'in bulunduğu duruma benzer şeyler mi gelişecek? Avrupa’nın Doğu’ya bakışı ve Doğu’nun Batı’ya bakışında farklılıklar olacak mı?

Göç eski zamanlardan beri var olan ve her zaman muhakkak ki politika ve ekonomi üzerinde etkisi olan bir şey. Bence Avrupa’nın kendisini korumak için yapmakta olduğu bu baraj insan haklarının ilk maddesine, serbest dolaşım hakkına aykırı. Karışma meselesi ise, eğer daha fazla fanatizm ve ksenofobiye dönüşmezse inişleri ve çıkışlarıyla dalgalı bir problem olacağa benziyor. Eğer entegre olamazlarsa, muhtemelen kendi içlerine kapanacaklar ve zaman içerisinde yaşamları imkânsızlaşmaya başlayacak. Cezayirliler'le aynı sorunları yaşarlar mı bilmiyorum, ama mümkün. Bazı ülkeler insanları entegre ediyor. Örneğin ABD’ye giderseniz sonunda gerçekten Amerikalı oluyorsunuz. Ben Fransa’da yaşıyorum ve Lübnan’dan geliyorum. Fransa’da her zaman Lübnanlıyım, Fransız değil. Bu durum tipik Fransa, ama diğer ülkeleri bilmiyorum. Bazıları Almanya’nın daha kucak açan bir rolde olduğunu çünkü Almanlar'ın yaşlanan toplumunun sosyal güvenliğinin yeni gelenler tarafından ödenmesi beklentisinde olduklarından söz ediyor. Bu da duruma kuşkucul bir yaklaşım. Lübnan’da da insanlar Filistinliler'i reddediyorlar ve istemiyorlar. Artık yeni bir bakış açısına sahip olmak gerekiyor, şu an, ‘sınır’ kavramını değiştirme zamanı.

Şimdilerde neler yapıyorsunuz?

Mültecilerle ilgili bir film yaptım. İnsanların şikayetlerini göstermek yerine sadece evlerini gösterdim; sanat fotoğrafı gibi, her bir evi. Aynı zamanda, ‘günde 1 $ ile nasıl yaşanır’ cümlesiyle bir kampanya yaptım. Bu insanların farkına varmasını sağlayacak bir yoldu. Çünkü olan bitenin farkında olmadan yaşayamazsınız. Bir şeyler yapmalısınız. Şimdi, 19. yüzyıldan üç kadının inanılmaz hikâyeleriyle hatırlatma üzerine bir çalışma yapıyorum, çünkü hafızanın önemli olduğunu düşünüyorum.

En Çok Aranan Haberler