Malum primatlar insana en yakın canlılar. Her yerde doğalın peşinde koşarken, doğallığı bozulmamış bu akrabalarımızın hayatından dersler çıkarmak mantıklı olur diye düşündün.
Küçük Oscar ailesiyle mutlu mesut yaşarken kabilenin neredeyse tek işi vardı; kaliteli yiyeceklerin izini sürmek. En lezzetli meyveleri buluyorlar, kovanlardan bal çıkartıyorlar, bitki köklerini ve ağaç içlerini seçerek yiyorlardı.
Ancak dikkatimi çeken ceviz ağaçlarının bulunduğu bölgeye verilen ekstra önemdi. İnsan gibi kırarak yedikleri yüzlerce cevizi kaybetmeye hiç niyetleri yoktu ve bu bölge için diğer kabilelerle ölümüne savaşıyorlardı. Hatta Oscar annesini bu savaşların birinde kaybetti. Bölge petrolden zengindi yani…
Akrabalarımızın uğruna savaştıkları ceviz çerez değil aksine yaşam için temel kaynaklardan olmalıydı.
Karbonhidrat, yağ ve vitaminler meyve, kök ve cevizden temin ediliyordu ancak proteinleri az mı diye düşünürken karıncaları, tırtılları, küçük sürüngenleri nasıl ustalıkla yediklerini gördüm.
Hatta seyrek de olsa temel protein ihtiyaçlarını başka tür maymunları avlayarak giderdiler. En önemli noktalardan biri et yedikten hemen sonra bol bol yaprak yiyorlardı. Amino asitlerin mükemmel çalışması için gerekli vitamin, mineral ve kusursuz sindirim sistemi için lif de tamamdı.
Derken bir şey iyice gözüme takıldı. Oscar’ın dedesinin kılları beyazlamış ve saçları hayli dökülmüştü. Ve aklımdan direkt hekim sorumluluğuyla dedeyi tedavi etmem gerektiği geçti. Bu “ageing” kesinlikle “anti –ageing”siz kalmamalıydı.
Filimden koptum ve küçük Oscar’ın dedesini İstanbul’da herhangi bir doktora getirdiğini düşündüm.
Doktor Dedeye,
Bakın şimdi “.. ilk iş olarak stresten uzak bir yaşam sürmeniz gerekir; hareketi de biraz arttırın. Günde en az 45 dakika yürüyün ama sakın ha koşu bandında değil… bol oksijen ile birlikte. Bir de kırmız eti lütfen azaltın. İçtiğiniz su dağlardan süzülüp gelen iyi bir marka olsun… ” diyordu ki küçük Oscar’ın garip sesler çıkartıp sırıttığını gördü ve çok sinirlendi…
“Ne gülüyorsun be Şebek ” diye bağırdı…