Hakkında onlarca fikir üretilen, bazıları komplo teorisi seviyesine bile ulaşan epifiz bezi beyindeki küçük bir endokrin-içsalgı bezi. Beyindeki asıl görevi serotonin ve melatonin salgısını gerçekleştirmek ve düzenlemek olan bu doku parçası vücudumuzdaki basit bir parça olarak görülmüyor. Epifiz bezine dair kökeni antik dönemlere dayanan sayısız hikaye var.
Epifiz bezinin insanı ruhsal açıdan farklı bir dünyaya bağlayan üçüncü göz olduğu söylentisini hiç işittiniz mi? Esasen epifiz bezinin boyutları neredeyse bir nohut tanesi kadar olsa da beynin tam ortasında yer alıyor. Şekli çam kozalağına benzediği için Ingilizce'de 'pinel gland' olarak geçiyor.
Epifiz bezini biraz daha inceleyelim. Filozof Descartes, insan ruhunun bu salgı bezinde yer aldığını iddia ediyordu. Bir anlamda üçüncü göz vurgusu da var epifiz bezinde, yapısal anlamda gözle benzerlikleri olsa da en büyük farkı gözlerimiz ışığa duyarlı ve fonksiyonları ortamda bir ışık varsa devreye giriyor. Epifiz bezi ise tam zıt durumda, karanlık ortamda çalışmaya ve serotonin, melatonin salgılamaya başlıyor.
Bundan 2500 yıl önce, M.Ö. 4'ncü yüzyılda Herophilis epifiz bezi üzerine çalışırken onu şöyle tanımlıyordu: Düşünce akışını düzenleyen büzücü kas. Bu tanım modern tıbbın gelişimi ve epifiz bezi üzerine yapılan çalışmalarla artık sırlar arasında olmasa da epifizin zihinsel ve fiziksel alemler arasında bir güç transferinde yer aldığını düşündürdü. 1886 yılında iki mikro anatomi uzmanının yaptığı bir çalışma ise epifiz bezini anlayabilmeyi hedefliyordu. Graff ve Spencer ortak bir çalışma yürütmediler fakat birbirlerinden bağımsız olarak epifizin kendine has bir yapısı olmakla birlikte 'gözün' tüm önemli özelliklerine sahip olan bir yapı olduğunu keşfettiler.
Fransız filozof Voltaire de bu çalışmalardan bağımsız olarak epifizin sırrını çözmek için birçok otopsi yapıyordu. Büyük sonuçlara ulaşamadı belki ama soruların artmasına öncü oldu. Örneğin epifiz bezinin deniz seviyesinde çok az, yükseklerde ise daha fazla hormon salgıladığı bilimsel araştırmalar sonucunda ortaya çıktı. Bir tez, ibadethanelerin bu bilgi ışığında olabildiğince yükseğe yapıldığını açıklar.
Yani yükseğe yapılan ibadethaneler tanrıya yakın olmak gayesiyle değil, epifiz bezinin daha aktif çalışabilmesine imkan sağlayarak ruhsal olarak daha fazla iletişimde olabilmek içindi. Bu tezlerin ardından yapılan araştırmalar gösterdi ki epifiz bezi gözden gelen sinirler yoluyla çevresel ışığa tepki veriyordu.
Bu bilimsel araştırmanın yanında Hindistan’ın antik tarihindeki mistik eserlere bakıldığında epifize değinirken onun için ‘sezginin gözü’ ve ‘üçüncü göz’ olarak bahsedilmesi de kuvvetli bir tesadüften ya da tesadüfün biraz ötesinden bahsedebileceğimizi gösteriyor.
Epifiz bezi üzerine yapılan araştırmalar arttıkça farklı sonuçlar da ortaya çıkmaya başladı. Doksanlı yılların sonunda Jennifer Luke, kullandığımız diş macunlarında bile bulunan sodyum floridin epifiz üzerindeki etkileri konusunda bir çalışma başlatıyor.
Luke, beynin tam ortasında yer alan epifiz bezinin florid için bir hedef olduğu sonucuna ulaşıyor. Epifiz bezi bedendeki kemikler de dahil diğer fiziksel maddelerden daha fazla floridi kendine çekiyordu, tıpkı bir mıknatıs gibi. Bu da epifizin görevini yerine getirememesi, bedendeki hormonal dengenin bozulmasına yol açıyordu.
Çalışmanın gerçekliği uzun süre tartışıldı, bazı araştırmalar bunun bir komplo teorisi olduğunu savlarken bazı araştırmalar bu teze destek verdi. Luke ve ardından yapılan destekleyici araştırmalar epifiz bezini etkileyen maddelerin kullanılma amacının insan topluluklarının dünyaya ve kendilerine dair farkındalığını artırmasını engellemek için bilinçli olarak koyulan engellerden biri olduğu düşünülüyor.