YURTHABER

Bize Ulaşın BİZE ULAŞIN

Savaşın Van'daki Çocukları ve Düşündürdükleri

Savaş her yerde savaş, çocuk her yerde çocuk ve insanlığa düşen barışı kurup korumak.

Bölgemiz kan ve gözyaşının eksik olmadığı bir yer. Savaşlardan kaçan binlerce insan ülkelerinin sınırlarını aşıp riskin, savaşın olmadığı yerlere gidiyorlar. İnsanlar medya aracılığıyla gerçek, gerçek dışı ve yönlendirilmiş çok farklı bilgiler ulaşıyor. Yıkımlar, kıyımlar, zulümler, mağduriyetler ölçüsüz bir şekilde devam ediyor.

Dün sabah Kültür Merkezi karşısındaki Musa Anter Barış Parkına yolum düştü. Hava biraz serin ama güneşliydi. Güneşlenmek niyetiyle bankların birine oturdum. Aslında güzel bir gündü. O sırada yaşları tahminime göre on iki ile beş arasında değişen altı çocuk geldi. Her biri şapkalı, külahlı erkek mi, kız mı oldukları belli olmayan sonradan kız olduklarını öğrendiğim altı çocuk

Parktaki jimnastik aletleri ile oynamaya başladılar. Yüzleri gülüyordu. Canlı, hareketli çocuklardı. Bir süre izledim. Daha sonra jimnastik aletlerinden biri beni de cezbetti. Dizleri çalıştıran bir aletti. Bir tarafında beş altı yaşlarında bir çocuk çalışıyordu, karşı tarafı boştu. Oraya da ben geçtim. Birkaç kez dizlerimden iterek vücudumu geriye ileriye hareket ettirdim.

Yaşı biraz daha büyük olan çocuklar onlara katılmamdan çok memnun gülüyor, sevinç sesleri çıkarıyorlardı. İki tanesi aynı anda bana “abe, abe” diye üst üste seslendiler. Karşımdaki küçük alttan alttan ama meraklı bir şekilde cin gibi bakışlarıyla ve yüzünde gülücükle beni izliyordu. Seslenen çocuklara “cane” diye karşılık verdim. Sonra da sırf muhabbet olsun diye “okula gidiyor musunuz” diye sordum.

Cevapları beni bir parça uyandırdı. “Abe, Helep, Suriye” dedi büyüklerden biri. Sonra “Halep xırap” diye ekledi.

Bir anda yüreğim cız etti. Bunlar savaşın çocuklarıydı. Kaçıp buralara gelmişlerdi. Ciddi mağduriyetler yaşayan o binlerce insanın sadece birkaçı; onların en genç olanlarıydı. Üç beş kelime Türkçe öğrendikleri belliydi ama bugüne kadar nasıl geldikleri, neler çektiklerini çocuk ruhları ile ya unutmuşlardı ya da çok iyi gizliyorlardı.

Ben önce bildiğim ve ilk aklıma gelen Arapça soruyu yönelttim onlara. Çanta nerededir anlamında “eynel egibetu” dedim. Çok anlamlı olmadığını bildiğim halde sırf iletişim olsun diye. Sonra hayır ve evet anlamına geldiklerini düşündüğüm “naam” ve “aeyva” kelimeleri çıktı ağzımdan. Büyük bir keyifle güldüler.

Yeniden “Halep” deyip başımı salladım. İçlerinden biri “Halep, bomba, bomba” dedi hemen ardından. Bir başkası “varil bomba” dedi.

Bu sözlerin ardından ben, kendi izlemekte olduğum dünya ile ilgili bir değerlendirmemi “Esed kötü” diyerek ortaya koyarken onların sempatilerini kazanacağımı umuyordum.

“Esed kötü” sözü onların tepkisine neden oldu. Büyük olan iki tanesi gözlerini kocaman açarak, elleriyle hayır işareti yaparak “yok abe, abe, Esed ne kötü, Esed baaş, muxalif kötü” deyince şaşırdım. Diğerleri de bağıra çağıra aynı şeyi tekrarlamaya başladılar.

Hep bir ağızdan konuşmaya başlamışlardı. Bana Esed'in iyi, muhaliflerin kötü olduğunu söylerken Halep'in bombalandığını da söylüyorlardı.

Benim şaşkınlığımı görünce büyük çocuklardan biri eliyle kendisini gösterip “em Kurdum, Esed baaş, muxalif kötü” dedi. Onun bu cümlesi beni uyandırdı.

Bunlar savaştan kaçıp buralara gelen Kürt çocuklarıydı. Biraz geç olmuştu ama anlamıştım. Aslında benim aklıma Suriye denince hemen Arapların gelmiş olması, onlarla Arapça konuşmaya çalışmam ile onların kendileri ile iletişim kurma eğilimi gösteren bu Van'lı amcaya cevap yetiştirme çabaları Kürt oldukları gerçeğini bir süre için gölgede bırakmıştı.

Şimdi her şey çok daha kolaydı. Benim yarım yamalak da olsa bir Kürtçem vardı ve bu dilde konuşmaya başlayarak onlarla çok daha iyi anlaşmaya başlamıştık.

Öncelikle savaştaki tarafları ile ilgili mesajları netti. Esed Kürtlerden yanaydı ve onlar o yangın yerinde kendilerinden yana duran bu gücü destekliyorlardı.

Varil bombalarını sorduğumda da bana ilginç bir cevap verdiler. “O bombaları muhaliflerin helikopterleri atıyor” dediler. Benim şaşkınlıkla “muhaliflerin helikopteri yok” deyince de büyüklerden biri kaşlarını yukarı kaldırıp “muhalifin helikopteri vaaaaar” diye karşılık verdi.

Yüzleri aydınlık pırıl pırıl çocuklardı. Yabancı bir ülkede mağdur durumda olmaları onların bu çocuk güzelliklerini hiç mi hiç zedelememişti.

Buradan Ağrı'ya gideceklerini söylediler. Ben “Ağrı'ya gitmeyin, burası daha büyük ve iyi, Ağrı soğuk” dediğimde de Anladığım kadarıyla orada daha iyi koşullarda barınma olanakları teklif edildiğini söylediler. İçim bir kez daha cız etti. Onlar ciddi sıkıntılar içindeydiler ve kendilerine sunulan her olanağı değerlendirmek durumundaydılar.

Sonra konuşmak için ortak bir dil bulmanın rahatlığıyla muhabbetimizi sürdürdük. Birer birer isimlerini sordum.

Adları Cevahir, Meryem, Samira, Melek'di. Diğer ikisinin Kürtçe olan isimleri defalarca tekrarlanmış olmasına rağmen aklımda kalmadı. Adı Melek olanın başka iki ismi daha vardı, ısrarla bana babasının üç isim koyduğunu ifade ediyorlardı. O öteki iki ismi de unuttum.

Bu güzel çocukların büyüklerinin bir tanesi ısrarla benden para istiyordu. Diğerleri de ona katıldılar. Kesinlikle küçük bir miktarla dahi olsa sevindirilmeleri gerekiyordu. Bu yapılması gereken ama sıkıntılı bir işti. Her birine eşit miktarda ve ayrı ayrı verilmeliydi eğer verilecekse. Karşıdaki bakkaldan bir kağıt mendil alıp cebimdeki madeni paraları onların her birine birer tane verilecek hale getirip dağıttım. Sevinçlerine diyecek yoktu.

Normal koşullarda iyi konuşamadığım Kürtçeyi o çocuklarla çok iyi konuştuğumu fark ettim. Onlar benim yanlışlarıma gülmüyor kesinlikle görmezden geliyorlardı. Ben de kendimde ummadığım şekilde onlarla diyalog kurabiliyordum. Bu rahatlığımın esas nedeni elbette karşımdakilerin çocuk olmalarıydı. Onlar iyi ifade edemediğim şeyleri bile kıvrak zekaları ile hemen çözümleyip gereken cevabı veriyorlardı.

Sonra büyüklerden biri benden saati sordu. Gösterdim anlamadılar. Doğru dediğimden emin olmamakla birlikte “yanzde deh” dedim. Saat on biri on geçiyordu. Büyükler “tamam, artık gitmeliyiz”deyip diğerlerini de alıp parktan uzaklaştılar.

Kültür Sarayı'nın köşesini geçip uzaklaştıklarında ben kendi dersimi düşünüyordum. Onlar mazlum bir toplumun çocuklarıydı. Onların Kürt, Arap, Acem, Türkmen ya da başka kökenden geliyor olmalarının da bir önemi yoktu. Onlar çocuktular.

Benimle bir ortamda spor yapmaktan müthiş keyif alıyorlardı. Kullandığımız spor aletlerinin bir kısmı karşılıklı iki kişilikti ve ben hangisine geçsem çocuklar hemen benim karşıma geçmeye çalışıyorlardı. Melek yürüyüş pedalında hemen karşımdaki yerini alınca Meryem ve diğerleri de oraya talipli oldular. Çözümü de hemen buldular. Üçü sıkışarak karşımda yerlerini aldılar. Bir süre o şekilde bacaklarımızı geren bu alette yürüyüş antrenmanı yaptık. Bundan müthiş keyif alıyorlardı. Ben de mutlu oluyordum.

Van'da yaşarken zaman içerisinde çok sayıda mülteci ile karşılaşmıştım. Biliyordum ki onların yerinde Fars, Arap, Türkmen çocukları da olsa aynı şeyleri yaşardık. Yani insanın etnik kökeninin çocukluk coşkusunu etkileyen bir yanı yoktu. Sonuçta hepimiz aynı temel üzerinde, insanlık temeli üzerinde duruyorduk.

Çocukların Esed rejiminden yana duruyor olmaları da bana başka bir ders vermişti. Birileri için zalim ve gaddar olanlar da başka birileri için umut olabiliyorlardı. İyileri ve kötüleri değerlendirirken insan olarak belki de daha esnek olmamız icap ederdi.

Suriye sınırında askerlik yaptığım zamanları anımsadım. Bir protokol nedeniyle karakolumuza gelen Suriye askerine o an aklıma geldiği için Müslüman Kardeşler'i sormuştum. Asker korku ile sağına soluna bakıp eliyle sus işareti yapıp “muhaberat, muhaberat” demişti. Yanlış değilsem o zamanki yönetici de baba Esed'di. Yani rejim o günlerde de baskı ekseninde yürüyordu.

Kötü olan insan toplulukları değildi. Kötü olan onların içindeki canavarı tahrik edip ortaya çıkaran savaşlardı.

Kötü olan o savaşları yöneterek, çıkararak, insanları birbirine öldürterek refah düzeylerini yüksek tutan ülkelerin karanlık niyetli yöneticileriydi. Kötü olan başka ülkelerin insanlarının kanları ve canları üzerine kapalı kapılar ardında, gizli yapılarda yapılan anlaşmalardı.

O savaşların en büyük mağdurları da ne yazık ki her yerde ve her zaman çocuklardı.

Son söz olarak ifade etmem gerekirse şundan kesinlikle eminim ki, bu yazıyı okuyan ufku, dünyası dar kimileri her cümlenin altında bir çapanoğlu arama eğilimi ile kendilerine göre anlamlandırmalar yapacaklardır. Bir yanlış, bir bit yeniği, bir hainlik bulmak, bulamasalar da uydurmak için çaba göstereceklerdir.

Bence biz insanların temel sorunlarından biri de budur. Her şeyin altında bir çapanoğlu yatması gerekmez. Akıllarımızı ve gönüllerimizi insanlık ekseninde birleştirdiğimiz zaman bütün sorunların, sıkıntıların anlamsız hale geldiğini anlayabiliriz.

Sorun o birlikteliği sağlayabilmekte.

Elimizden her ne geliyorsa kendimiz için olmasa da savaş mağduru her insan topluluğunun ışıl ışıl gözlü çocukları için, barış ve kardeşlik adına yapalım.

Yangınları söndürmek, savaşları sonlandırmak, ipleri ellerinde tutan emperyalistlerin ve diktatörlerin vahşi saltanatlarına, güç sahiplerinin elinde dünyayı kan gölüne döndüren yıkıcı çarpık inançlara son vermek için; birilerinin zenginliklerini sürdürebilmeleri adına üretilen ve dünyanın dengesini bozan kimyasalların, hormonların ve onların soyut karşılıklarının sınırlandırılması için yapalım.

Bölünmeyelim. Başkalarının zararsız inançlarına, farklılıklarına da saygı göstererek mutlak doğrular için bir araya gelmenin yollarını arayıp bulalım.

Anadolu Ajansı ve İHA tarafından yayınlanan yurt haberleri Mynet.com editörlerinin hiçbir müdahalesi olmadan, sözkonusu ajansların yayınladığı şekliyle mynet sayfalarında yer almaktadır. Yazım hatası, hatalı bilgi ve örtülü reklam yer alan haberlerin hukuki muhatabı, haberi servis eden ajanslardır. Haberle ilgili şikayetleriniz için bize ulaşabilirsiniz

En Çok Aranan Haberler