1996 ve 2000 yıllarındaki ölüm orucu eylemlerini görevim gereği yakından takip ettim. 20 Ekim 2000 günü başlayan ölüm orucu direnişi, ‘Hayata Dönüş' operasyonu, eylem evleri ve kanlı Küçükarmutlu baskınıyla büyümüştü. Tutuklu ve hükümlü ailelerinin gözyaşları, inadına suskun toplum ve gözler önünde eriyen bedenler nedeniyle beş yıl önce ölüm orucu eylemine dair bir kitap yazmaya karar verdim. Tecride karşı içeride ve dışarıda ölüme yatan insanların öyküsü bilinsin, kanayan ruhların sessiz çığlığı duyulsun diye…
Aforoz edilmiş yürekler, seyrek düşmüştü bu kez… Gerçekten herkes neredeydi. Sokaklar, caddeler, meydanlar bomboştu işte. Kentlere sinen korku muydu? Ya da insanoğlu kendi küçük dünyasında mutlu muydu? Belki de bu yüzden, ölümlere ve acılara sırtlarını dönmüşlerdi, yapının bozulmasına göze alarak… Çöpten beslenenlerin, kızına önlük alamadığı için intihar eden babaların, onurunu hiçe sayıp dilenenlerin, fakirlikten böbreğini satışa çıkaranların, aç kalmamak ve yavrusuna mama götürebilmek adına hiç tanımadığı erkeklerin altına yatan kadınların olduğu bir ülkede, aslında kahredici bir sessizlik ve toplumsal muhalefetten yoksunluk gerçeği hüküm sürüyor. Üstüne üstlük uzun bir zamandır kan, gözyaşı, ölüm ve zulüm içeren haberler değil, izlediğimiz kurgusal filmler ağlatıyor bizi. Kahpe dünya, sahte bir sahne aslında… Ve biz, hepimiz, kuklayız. İplerimiz, hünerli parmaklara bağlı, canımız varmış gibi candan roller kesiyoruz.
Oysa ölüm orucunda, açlığın koynunda 2001 yılında can veren Osman Osmanağaoğlu'nun söyledikleri ne kadar mantıklı; "Uzak diye bir yer yok. Paylaştığımız gökyüzü birleştiriyor bizi…"
1996 eyleminin kaybı Müjdat Yanat ise şöyle konuşuyordu: "Gerçek ayrılık özlemlerin bittiği yerde başlar. Biz hiç ayrılmayacağız…"
İnsan belleği çoktan balık hafızasıyla yer değiştirmişti. İliklere dek işleyen duyarsızlığın berisinde, analar ağlıyor, Türkiye'nin cezaevleri cehennemi yaşıyordu. Sansür duvarını yıkabilmek için çırpınan acılı ailelere karşı bu bir vicdan borcuydu. Hemen kolları sıvadım. Belge, bilgi toplama, ilgili kitaplar, röportajlar, tanıklıklar ve insan öyküleri… Toparlama işlemi tam iki yılımı aldı. Sonra bir baktım ki, önümde binlerce doküman var. Adeta kâğıttan bir dağ… Tasnif bu nedenle bir yıl kadar sürdü. Elemek, asla kolay olmadı. Dile kolay. 122 insanı aramızdan alan 600'ü aşkın sakata yol açan tecrit karşıtı eylem tamı tamına 2285 güne yayılmıştı. Bu, milyonlarca cana mal olan 2. Dünya Savaşı'ndan daha uzun bir süreye denk geliyor. Direniş başlarken doğanlar bugün ilkokul öğrencisi… Düşünün Gazeteci Hrant Dink'in katil zanlısı Ogün Samast açlık grevinin ilk günlerinde henüz 10 yaşında masum bir çocuktu. Örneğin The New York Times, açlığın birinci yıldönümünde "modern tarihin en uzun eylemi" notunu düşmüştü. Evet. Tarihte benzeri bir direniş yok. Ne eski çağlarda ne de asri zamanlarda…
İzleyeceğim yol, kafamda netleşince oturdum bilgisayarın başına ve yazmaya başladım. Kitap haline gelmesi tam iki yıl sürdü. Ve inanın, kitabın başına gelmedik kalmadı. Bir kere bilgisayarıma virüs girdi ve her şey silindi, diğerinde işgüzarın biri notlarımı yok etti. Her seferinde yeniden başlamak ve devam eden süreç, Sessizliğe Karşı'nın evrim geçirmesiyle sonuçlandı. Kitap, matbaaya gittikten sonra 22 Ocak 2007 günü ölüm orucuna ara verildi.
Vicdanları tekrar ayaklandıran Avukat Behiç Aşçı, hayatını ortaya koyarak ‘Sessizliğe Karşı' çıktı. Onun "İnsanlık asla kaybetmez" çığlığı yüreklerde yerini buldu. Baroların önerisi "3 Kapı–3 Kilit" ete kemiğe büründü ve artık tecridin kaldırılması için somut adımlar beklenir oldu. Ben de son anda baskıdaki kitaba müdahale edebildim. Zorda olsa uğurlu geldiğine inandığım ‘Sessizliğe Karşı'yı güncelleyebildim.
448 sayfalık kitabıma son söz yerine, cezaevleri tarihçesi koydum. Aslında bu hiç aklımda yoktu. Neyse ki, kolay okunabilmesi için fazla ayrıntıya girmedim, kendi anı ve gözlemlerimi de aralara serpiştirdim. Kitaba sondan başlanılmaz diyeceksiniz belki ama sorunun kavranılması adına öncelikle tarihçeyi okumanızı öneririm.
Tarifesiz Bir Sefere Çıkıyorum...
Bavulumda itinayla derleyip topladığım
Hayallerim, hatıralarım ve umutlarım
Elimde eskimiş tek gidiş bileti
Ve muğlâk bir maske suratımda
Gemi koptu iskeleden
Benden çok uzak artık
El sallıyorum arkamdan
Yana yakıla tarifsiz
Taşıyamadım boşluğumu
Çöktüm olduğum yere
Puslu bir günün,
En zamansız saatinde
Dünya saydam bir cam küreydi. Ölüm ve yaşam arasındaki perde ise şeffaftı ve birden aralanmıştı. Asla var olmayan bir Latin Amerika ülkesinde yaşayan Ramon ve Dolores'in hikâyesi, ölmeden önce "Onların ekmeğini yiyemezdim" diyen bir çocuk annesi Sevgi Erdoğan ve eylemde iki yavrusunu yitiren Ahmet Kulaksız'ın öyküleriyle kesişiyordu.
Anlaşılacağı üzere gerçek yaşanmışlıkların içine kurgusal bir öykü yedirdim. Veya tam tersini yaptım. Bilmiyorum. Zorla müdahale denilen lanetli zaman makinesiyle insanların hafızalarını silinmemiş miydi? Belki de bu kitap, kahramanları gibi bilincini yitirmiştir. Kim bilir…
ALPER TURGUT