Her sosyal insanın da bildiği gibi insan ilişkileri, stresimizi azaltarak ya da artırarak, stres
deneyimimizde önemli bir role sahiptir.
Ve insanlarla olan ilişkilerimiz, psikolog Barbara Fredrickson'ın 'pozitiflik yankılanması' olarak adlandırdığı, limbik sistemimizi geliştiren çocukluğumuzdaki deneyimlerimizde yaşadıklarımızla yakından bağlantılıdır. Bağışıklık sistemi uzmanı Esther Sternberg, "Sağlık ve Duyguları Birbirine Bağlantısının Bilimi" adlı kitabında, duygusal stresin hastalıklara yakalanma riskimizi nasıl etkilediğini inceliyor ve bunun bilişsel kaynağının izini sürüyor:
"Beynimizin bir yerlerinde ilişkilerimizin haritasını taşıyoruz. Bu; annemizin kucağı, en yakın
arkadaşımızın desteği, sevgilimizin ilgisi olabilir. Bunların tümünü yalnız olduğumuzda da içimizde
taşıyoruz. Eğer düşersek bizi tutmak için orada olduklarını bilmek bize huzur veriyor. Sakınmak, yer etmek ve bağlı olmak gibi kelimeler bu farkındalığın hissettirdiklerini tarif etmek için kullandığımız kelimeler.
Sosyal psikologlar bunu 'gömülmüşlük hissi' olarak tanımlıyor. Bunun tersi olan 'yalnızlık' kelimesi belki daha tanıdık bir kelimedir.
Örneğin; bir odada kendi başına oturan bir insan, diğerlerine yalnız gözükebilir, ama o kişi eğer
'gömülmüşlük' içindeyse, aslında -ihtiyaç anında sevgi ve destek için aranabilecek - bir dolu ilişkiye sahiptir. Diğer taraftan, kalabalıklar arasında olan bir insan, kendisini oldukça yalnız hissedebilir.
Harika edebi eserlerin çoğunda bu kopukluk duygusundan bahsedilir. Bizi diğer insanlara bağlayan hisler o kadar kuvvetlidir ki, bu ilişkilerin bizde uyandırdığı duygular; hormonal sistemimizi, sinir kimyamızı ve bağışıklık sistemimizi, ve dolayısıyla da sağlığımızı ve hastalıklara dayanımımızı önemli ölçüde etkiler.
Bu duyguları küçük yaşlarda öğreniriz, simge ve ritüelleri, fiziksel deneyimleri ve objeleri
hatıralarımıza bağlarız. Küçük bir çocuk, bir battaniye veya bir oyuncak gibi annesinin ilgisinin fiziksel bir hatırlatıcısını taşır. Evlilik yüzüğü, sevilen kişiye dair hatıraları canlandırma konusunda altın değerine sahiptir. vardır. Hepimiz sosyal dünyalarımıza, görünmeyen ama güçlü iplerle bağlıyız.
Ancak bu ipler ne kadar sağlam olursa olsun, ilişkiler doğası gereği canlıdırlar, gelişirler, değişirler ve hatıralara dönüşen dinamik etkileşim sürecine gelirler. Sternberg, ilişkilerin genelde kaçınılmaz olan evrimini veya bazen de devrimini şöyle ele alıyor:
"İlişkiler zihnimizde bir dizi anın, duygu da içeren hatıra olarak saklanmasıyla oluşur. Hatıralar
görünmeyen tehlike gibidir, ilişkinin sürmesini ve var olmasını sağlıyor gibi görünür. Yani örneğin,
çocukluk arkadaşınızı yıllar sonra görünce, sanki araya hiç zaman girmemiş gibi kaldığımız yerden devam edebiliriz. İlişkiler bu şekilde araya uzaklıklar girse de insan aklında ve düşüncesinde korunabilir: anne-babalar çocuklarından uzakta kalması, uzun mesafeli ilişkiler, başka şehirlerede çalışan evli çiftler gibi. Ancak hatıralar zincirini iyi muhafaza eden aynı beyin kapasitesi, ilişkilerde sorun da yaratabilir. Örneğin, bir hatıra ilişkideki kişilerden biri için bitmiş ve evrilmişse, ama diğer kişi için hala aynıysa.
Bunu şöyle örnekleyebiliriz; üniversiteye gitmek için evininin olduğu şehirden başka bir şehre taşınan genç, yaşadığı yeni deneyimler ile yetişkinliğe ve bağımsız bir birey olmaya geçiş yaparken, anne-babasında bıraktığı hatırası hala eski halidir ve bu yüzde anne babasıyla sorunlar yaşayabilir. Bu zincirin evrimleştiği yeni yere her iki tarafın da tekrar alışıp uyum sağalması belirli bir zaman gerektirir.
Bazen, kafamızdaki ilişkiler haritasındaki bir bölge büyüyebilir ve tüm dünyamızı kaplar hale gelebilir: Aşık oluruz. Uçarı hissederiz, kıskanç birine dönüşürüz, nefret ederiz. Bu hislerin hedefinde olan kişi zihnimizin büyük bir kısmını kaplar, tüm sosyal ve duygusal davranışlarımızı etkiler, hayatımızın her bir köşesini renklendirir, ta ki ya özel bir çabayla ya da sadece zamanın eskitmesiyle bu kişiler tekrar hak ettikleri yere ve boyuta geri çekilene kadar."
Bu akışkanlar sosyodinamiği, sadece günlük kişisel deneyimlerimizde bulunmaz. Bu kültürümüzde de yaygın şekilde görülür:
"Sosyal toplum, stres tepkisini tetikleyebilir veya bunu azaltabilir. Bu kişisel ilişkilerin etkisi, bir
saat meditasyon yapmaktan daha rahatlatıcı olabilir. Veya, sanki koşu bandında en yüksek hızda yirmi dakika koşuyor gibi stresli ve uzun da olabilir. Gerçek şu ki, gün içerisinde zaman zaman bizi ele geçiren bu duyusal sinyaller arasında, bizi daha şiddetli şekilde etkileyen sinyaller, o veya bu şekilde bağımız olan insanlarla ilgili olanlardır. Eğer duyguların amacı bizi harekete geçirmekse, bu duygular bizi bu ilişkilere ya yönlendirir ya da bizi bu ilişkilerden uzak tutar.
Tüm ekonomi de bu sosyal ilişkilerin gücüne dayanır: aşk romanları, kitaplar, kozmetik, moda,
reklamcılık, tutan şarkılar. O ya da bu şekilde tüm popüler kültür, insanları bu ilişkilere yöneltme veya bu ilişkilerin yaralarını tedavi etmeye çalışır. Ve tedavi de etmeliyiz, çünkü sosyal benliğimiz, stresin nörobiyolojik deneyiminin merkezidir:
"Sosyal çatışma, stersin diğer çeşitlerinin ortaya çıkarmadığı farklı ve özel bir tepki doğurur. Hormonal stres tepkisinde görülen bu özel tip tepki, örneğin sosyal olarak stres altında kalmış farelerde uçuk çıkmasına yol açar. Bunu yapan hormon, tükürükle salgılanır ve adına büyüme hormonu denir. Uçuk virüslerine yatkın olanlar bu durumu yakından bilir. Stres altında oluğumuzda, belki az uyuduğumuzda veya çok çalıştığımızda, ama özellikle de kişisel veya işyeri ile ilgili uzun süren bir stres yaşadığımızda, hemen uçuk çıkar."
Sternberg kitabında, bu duygusal makinenin altında yatan nörobiyolojik nedenleri incelemeye ve psikolojik yapımızın hastalıklara yol açmadaki rolüne değiniyor, beynimizin strese olan tepkisini nasıl yeniden düzenleyebileceğimizi anlatmaya devam ediyor.