Tatlı sevenler ve sevmeyenler zaman zaman birbirlerinin bu zevkinden (zevksizliğinden!) hiçbir şey anlamamış gibi, birbirlerine tuhaf bakışlar fırlatırlar. Tatlı yemeyi başka lezzetlere tercih edenler için, bu keyiften mahrum kalmak ne kadar düşünülemez bir şeyse, başka lezzetleri tercih edenler için de, yemek konusunun, her gündeme geldiğinde bir tatlıyla ilintili olarak değerlendirilmesi o kadar anlaşılmazdır. Oysa fazlası zarar olsa da, tatlıların her birinin insanın içini aydınlatacak küçük mutluluklara dönüşebilme yetisi vardır bence ve bunu küçümsememek gerekir. Hele söz konusu olan, bir de üstelik sağlığa yararları pek çok kereler kanıtlanmış, doğal bir ürünse… Bal ise, örneğin!
Bal, yani çocukluğumun kahvaltılarında tereyağı veya kaymakla birlikte mutlaka mevcut olan; annemin Erzurum’un sert kışına karşı göğsümüzü koruyacağı için bize her sabah mutlaka birer kaşık yedirdiği ve benim çocuk aklımla, tüm diğer tatlılar gibi annemin elinden çıktığını zannettiğim eşsiz lezzet… Yani tanrıların mitolojik yiyeceği; güneşin altın renkli şeffaf süzgeci; insanoğlunun eşsiz sağlık kaynağı ve yeryüzünün en büyük mimarlık şaheserinin içerisinde yaşayan sıvı. Kısacası, bal yalnızca lezzetiyle değil, hemen hemen bütün diğer özellikleriyle de son derece ilgi çekici. Düşünsenize, neredeyse yüz yıllardır süren suni olarak bal üretme çabaları hep sonuçsuz kalmış. Aya giden, bilgisayarı icat eden ve uçakla kıtalar arası gidip gelmeler için gerekli süreyi saatler mertebesine indirgeyen insanoğlu, yüzlerce kere değişik şekerli solüsyonlarla yaptığı denemelerde, balın ancak, gerçek olmadığı hemen anlaşılan kötü bir taklidini yapabilmiş. Bu durumda bal ve üreticisi arılar ve doğanın bunları içerisinde barındıran düzeni karşısında şapka çıkarılmaz da ne yapılır?
Aslında, bin yıllarca yalnız kendi başına bir gıda olarak yenmekle kalmayıp insanoğlunun bildiği tek tatlandırıcı olarak başka yiyeceklere de malzeme olmuş olan bal, yazılı tarihten çok önce bilinip kullanıldığı halde, gerçek kaynağı ve bileşimi hep bir gizem olarak kalmış; hatta günümüzde bile, onca bilimsel araştırmadan sonra içeriğinin hâlâ kesin bilinmeyen birçok boyutu var. Bildiğimiz kadarıyla, balın bileşiminde %80’e varan oranda şeker bulunuyor. Bu şeker, en fazla fruktoz ve glikoz türünde ama bir miktar sukroz, maltoz gibi daha karmaşık yapıda şeker de mevcut. Ayrıca, bitki asitleri, mineral tuzlar ve sayıları yüz sekseni geçen daha bir sürü farklı madde de balın bileşimi içerisinde. Ama dediğim gibi, balın bileşimiyle ilgili gizlerin bir kısmı hâlâ devam ediyor. Neyse ki, artık tarihteki kadar karanlıkta değiliz de, hiç değilse balın kaynağını net olarak biliyoruz. Oysaki MÖ 4. yüzyılda, Aristo, “bal, en çok da yıldızlar gökte yükseldiği sırada, havadan yoğunlaşarak dökülür” demiş. Bundan çok daha önce ise, Mısır’da, balın Tanrı Ra’nın gözyaşları olduğuna ve arıların sadece bitkilere asılı kalan “baldan çiğ damlalarını” topladıklarına inanılırmış. Belki bu denli insanüstü özellikler atfedildiği için, belki de, besleyici değeri ilk günden beri keşfedilmiş olduğu için, Yunan mitolojisi, bala başka bir yakıştırma daha yapmış: Tanrılar tanrısı Zeus minik bir bebekken, öfkeyle etrafını yakıp yıkan babası “Zaman”dan kurtulmak için kaçıp saklandığı mağarada, süt ve balla beslenerek hayatta kalmış.
Balın görüntü ve lezzet özelliklerini belirleyen üç ana faktör var: Gerek yerken, gerekse koklayınca algıladığınız kokusu; rengi; bir de kıvamı. Kokusu, tamamen nektarın alındığı çiçekten ve onun aromatik özelliklerinden geliyor. Balın rengini ise, içerisinde mevcut olan şeker haricindeki katı maddeler belirliyor. Bu maddeler de, balın hangi bitkiden geldiğine göre değiştiği için, temelde balın rengi de, bitkiden geliyor diyebiliriz. Zaten, günlük yaşamda da, balın türleri, hangi bitkiden geldiğine göre ifade ediliyor. Kır çiçeklerinin balları en sık rastlanan tür. Bu kategorideki balların çoğu karışık çiçeklerden geliyor. Tabii ki, tek tür çiçeğin balını bulmak da mümkün ama bu, doğada kendiliğinden oluşan bir olay değil; özel olarak üretilmesi gerekiyor. Bunun için ayrılan kovanların verimi çok daha düşük olduğu için de, ticari olarak fiyatı çok daha yüksek. Çiçek ballarının, farklı çiçeklerin kendilerine özgü kokularıyla değişen ama genelde yoğun parfümlü bir kokuları ve nispeten koyu bir renkleri oluyor. Zaten genel bir kural olarak, rengi koyu olan balların tadı da daha belirgin, baskın, kokuları da daha çok diyebiliriz. Çiçek balından sonra en bol bulunan bal türü, otların çiçeklerinden elde edilen bal. Bu türün en ünlüsü, Akdeniz bölgesine özgü kekik balı. Bunun da kokusu yoğun ve rengi koyu amber tonunda. Dünyanın başka yerlerinde, özellikle de Amerika kıtasında, en fazla tüketilen ot balı ise yoncadan üretiliyor. Bir de ağaçların çiçeklerinden gelen bal var ki, bunu ülkemizde en iyi bilineni çam balı. Diğer dünya ülkelerinde, akasya balı en meşhur olanı. Akasya balının rengi, neredeyse beyaz denecek kadar açık tonda.
Balın özelliklerini belirleyen faktörlerden üçüncüsü, yani kıvam ise, biraz daha insanoğlunun elinde olan bir konu çünkü temel olarak, balın kovandan ne kadar ustalıkla alındığına ve bir kovanın balının ne kadar beceriyle diğer kovanlardan gelen ballarla karıştırıldığına bağlı olarak değişebiliyor. Eğer bu iki işlem yeterince iyi yapılmazsa, istenenden çok daha fazla akışkan, yani daha ince ve zayıf kıvamlı bir bal elde edilebiliyor.
Aslında, balın bileşimindeki şekerin dengesi de, balın fiziki özelliklerini oluşturan etkenlerden çünkü balın içerisindeki kristalizasyonun derecesi, bu dengenin farklı durumlarına göre değişiyor ve bazı ballar tamamen şeffafken, bazılarındaki şekerin kristalizasyon düzeyi daha yüksek olduğu için, en ufak bir ısı veya ışık değişikliğinde, halk arasında “şekerlenmiş” denilen tipte, daha katı granüllü, daha opak renkteki bal ortaya çıkıyor. Genel kanının tersine, bu durum, balın kalitesinde asla bir olumsuzluk anlamına gelmez ve balın hafifçe ısıtılmasıyla, şeker kristallerinin yapısı normale döneceğinden, bal da tekrar daha sıvı ve şeffaf haline geri döner. Örneğin Amerika’da, normal şeffaf bala ve petekli bala ilaveten, “çırpılmış” veya “kremleştirilmiş” adı altında, kristalize olmuş balı da satın almak mümkün. Hatta bu tür bal emeğin üzerine daha kolay sürüldüğü için, tercih bile ediliyor. Ama eğer sizin için balın şeffaflığı önemliyse, en iyisi, balınızı normal oda sıcaklığında muhafaza ederek, ısı farklarından korumak. Böylece, balın kristalleşmesine engel olmak daha kolay olur. Zaten içerisinde antiseptik özellikler taşıyan maddeler de bulunduğundan, buzdolabına konmasına hiç gerek yoktur balın.
Yeryüzünde üretilen balın tamamına yakınını, Latince ismi apis mallifera olan, bildiğimiz bal arısı üretiyor. Aslında bal benzeri başka maddeler üreten başka uçan böcek cinsleri de var ama bizim yediğimiz bal, bal arısından geliyor çünkü diğerleri her şeyden önce bal arıları gibi yaptıkları balı depolamayıp anında tüketiyorlar. Zaten bal arısı, kovanını daha ziyade açıklık yerleri seçen diğer arı türlerine göre, çok daha kuytu yerlerde yapıyor ki, bu da, kovan arıcılığını, yani kovanın içerisindeki bal üretiminin nispeten kontrol edilmesini mümkün kılıyor. Arılar, bilindiği gibi sosyal yaratıklar; koloniler halinde ve bayağı iyi düzenlenmiş yaşam mekanlarına, yani kovanlara ve oldukça gelişmiş toplum koşullarına sahip olarak yaşıyorlar. Bir kovanın içerisindeki müthiş sosyal düzeni ve kraliçe arının mutlak otoritesine karşılık, diğer arıların üzerlerine düşen görevi yerine getirme konusundaki sadakatini bilmeyen yoktur sanırım. Arılar işte bu sayede, hem kendilerine hemen tüketmek için gerekli olan balı, hem de kış günleri için depolayacakları, yani bizim alıp kullandığımız balı gayet düzenli ve tutarlı bir biçimde üretebiliyorlar. Bal arısı, başta kır çiçekleri olmak üzere, çiçek açan bitkilerin “özsuyu” da diyebileceğimiz nektarını, yani polenizasyonun gerçekleşmesini ve bitkinin üremesini sağlanmak üzere böcek ve sinekleri o bitkiye cezbetmek için bitkilerin ürettikleri tatlı sıvıyı topluyor ve kovanına dönünceye kadar bedeninde tutuyor. Kovana geldiğinde bu usareyi, işçi arılara devrediyor. İşçi arılar da, aldıkları emaneti, daha önceden hazırladıkları, balmumundan üretilmiş olan peteklere yerleştiriyorlar. Bunu yapmadan önce de, içerisine bazı enzimler eklemeyi unutmuyorlar tabii. Zaten bitkilerden gelen pek çok farklı usarenin bal gibi homojen bir yapıya sahip, kendisine özgü lezzette ve kıvamlı bir yiyeceğe dönüşmesini sağlayan da, işte bu enzimlerin oluşturduğu değişiklikler; bir de tabii, petek içerisinde, bitkinin usaresindeki suyun buharlaşması.
Hemen tüm yiyecek maddeleri gibi, bal da başlangıçta, vahşi doğada doğal olarak var olduğu şekliyle, hem de büyük tehlikelere göğüs gererek toplanıyor; özel olarak üretilir hale gelmesi bin yıllarca sonra. İspanya, Afrika’nın güneyi ve Hindistan’ın orta kesimlerinde bulunan tarih öncesi döneme ait duvar resimleri, insanları ağaç kovuklarından, kayalardan ve baş döndürücü yükseklikteki dallarda asılı duran doğal kovanlardan bal toplarken gösteriyor. Tabii tehlike, bu mekanların zorlukla ulaşılır olmasıyla kalmıyor. Yuvalarına tecavüz edilince, içgüdüsel olarak karşı saldırıya geçen arılar ve başta ayılar olmak üzere, balı en az insanlar kadar seven diğer vahşi hayvanların rekabeti de, en az kovanlara ulaşmak kadar önemli tehlikeler yaratmış. Arının sokması yalnızca can yakmakla, vücudu kabartmak ve kaşındırmakla kalmaz; zor dayanılır bir acı vermenin yanı sıra, bir tür alerjik reaksiyona da neden olarak, vücudun dış yüzü kadar içinin de şişmesine ve anofilaksi denen bir nedenden, kişinin ölmesine de yol açabilir. Kovan sahiplerinin maskeli, eldivenli giysileri buna karşı alınmış bir tedbirdir. “Arı kovanına çubuk sokmak” deyimi de aslında bu durumun vahametini anlatır. Ama tüm bu tehlikelere rağmen, bazı toplumlarda geleneksel metotlardan hâlâ vazgeçilmiş değil. Hindistan’daki balın çoğu bugün de, bu doğal toplama yöntemiyle elde edilen yabani ballardan oluşuyor. Tibetli ve Nepalli arı toplayıcılarıysa, en derin yarlardan aşağıya basit bir iple sallanarak ve ellerinde tek korunma aracı olarak meşale türünden bir fener bulundurarak kahramanca bal toplamak konusunda çok ünlüler.
Balın yabani bir şekilde kendi kendine üremesinden, kovanlarda özel olarak yetiştirilen arılar tarafından üretilmesine yani arıcılığa gelelim.Tarihte en eski arıcılık, yani bal elde etmek için arıları bir kovana özel olarak yerleştirme kayıtlarına, Mısır uygarlığında, MÖ 2400 yılında bugünkü Kahire yakınlarındaki Sakkara’da inşa edilmiş bir güneş tapınağı olan Neuserre’de rastlanmış. Dokki’deki müzedeyse, bundan bin yıl sonrasına ait iki adet çömlek, içlerinde, o zamandan kalan balla sergilenmekte. Yani Mısırlılar, pek çok konuda olduğu gibi, bu alanda da öncü gibi görünüyorlar. Ama yine de, ben uygarlığın gelişiminde sıklıkla rastlandığı gibi, arıcılığın dünyanın farklı yerlerinde, çeşitli zamanlarda, birbirinden bağımsız olarak ayrı ayrı başladığını düşünüyorum. Söz konusu kovanlar, doğal olarak, bugün bildiğimiz anlamda yapılmış kovanlar değil. Bazısı, örneğin Mısırlılarınkiler, sepet kovan dediğimiz türe daha yakın; Ortadoğu’da birçok ülkede, güneşte kurutulmuş kilden yapılan borular, yatay olarak bir araya toplanıp kovan oluşturulmuş. Zaten bu ülkelerde hâlâ çanak-çömlek, tahta kaplar ve ağaç kütüğü gibi doğal objeler, sıklıkla kovan olarak kullanılıyor. Kuzey Avrupa’daysa, daha ziyade çalı çırpıdan oluşmuş, kuş yuvası tarzında, ağaçlara asılı duran kovanlar varmış. Zaten bu yüzden, buradaki “bal avcılığı” yani özel olarak bal üretmek yerine toplayıcılık yapmak, Akdeniz yöresine göre, çok daha uzun sürmüş çünkü ağaçlarda asılı olan bu tür “arı yuvası” diyebileceğimiz kovandan bal toplamak, diğer yerlerdekine göre çok daha kolay olduğu için, özel kovanlara gerek duyulmamış. Hatta bu ülkelerde arıcılık, bir ağaca asılı olan bütün arı yuvalarına bir kişinin sahip çıkması şeklinde gelişmiş; yani her bal üreticisinin belli sayıda bir ağacı ve ağaçların üzerinde doğal olarak bulunan arı yuvalarından oluşmuş kovanları varmış. Sonuç olarak, şekilleri ve türleri ne olursa olsun, el yapımı kovanların birçoğunun biçimleri, arıları içerisine toplayıp orada uzun süre barındıracak şeklide, yani insanlar bu işe karışmadan önce doğa tarafından yapıldığı şekliyle tasarlanmış.
Günümüzdeyse, arıcıların kullandığı kovanlar, verimi arttırmaya yönelik düşünülmüş, iç bölmeleri balın miktarına göre ayarlanmış birer tasarım harikası niteliğinde. Öte yandan, bizim bildiğimize yakın tahta kovanların benzerleri bile ilk olarak ancak 17. yüzyılda kullanılmış. Tüm gelişmelerine rağmen bal üretimi, 19. yüzyıla kadar bir endüstri haline gelememiş. Aslında bal üretiminin endüstrileşmesi asla fabrika üretimi anlamına gelmeyeceği için, belki de balın insanlar tarafından planlanarak büyük miktarlarda üretilmesine başka bir isim vermek gerek. Bu alanda teknolojik olarak yapılabilecekler kısıtlı. Kovanların tasarımının önemli olduğunu biliyoruz ama bu ne kadar teknolojik bir gelişim sayılır, bu tartışılır. Arıların ölmemesi ve ortaya çıkan balın zehirli olmaması için, ancak belli oranlarda ilaçlama yapılabiliyor. Verimi arttırmak için yapılanlar da daha çok kovanların yeri ve arının türü gibi doğal değişkenlerle ilgili. Belirli bir tarihten sonra suni petekler devreye girmiş olsa da, gıda konusunda doğal olmayan her şeye olduğu gibi, buna da tepkiler var. Arıcılık konusunda en önemli teknolojik gelişmeyi bir İtalyan mucit gerçekleştirmiş. 19.yüzyılda geliştirdiği bir metotla, santrifüj gücüyle balı peteklerden hızlı ve hasarsız çıkarmayı başarmış. Bu işlem hiçbir ısı değişikliği içermediğinden, balın kristalize olması da söz konusu değilmiş; dolayısıyla hem istediğiniz kadar balı geride arılara bırakarak onların yaşamasını ve kovanın sürmesini sağlamak, hem de kaliteli bal elde etmek mümkün olmuş bu metot sayesinde. Çünkü tüm geliştirilen metotlara ve kaydedilen ilerlemelere rağmen, aslında arıların bal toplayabileceği bitkilerin bol miktarda ve sağlıklı olarak mevcut bulunmasının dışında bütün mesele, onlara da bir miktar bal bırakarak, yaşam alanlarına tecavüz etmeden, ürettikleri ekstra balı alabilecek bir düzen oluşturmak.
Arı kovanlarından bu kadar bahsedince, sembolik anlamlarından da kısaca söz etmek gerekli bence. Bilindiği gibi, bir arı kovanının doğal iç tasarımı, düzeni ve sosyal dengesi, insan yaşamındaki benzer durumlar için iyi bir örnek oluşturuyor çoğu zaman. Düzen, uyum, çalışkanlık, yardımlaşma, işbirliği becerisi gibi özellikleri sembolize ediyor. Çok çalışanların “arı gibi çalıştığı”, kalabalık ve işlek mekanların “arı kovanı gibi” olduğu düşünülürse, bu örneğin hayatımıza ne denli köklü bir şekilde yerleştiği de anlaşılır. Bu sembolik anlamı daha da ciddiye alarak, tapınak planlarında veya dini kitaplarında kullananlar da var, Amerika’nın Utah eyaletindeki Mormon tarikatı üyeleri gibi.
Aslında Batı Avrupa’nın, pek çok başkaları gibi, Ortadoğu’dan aldığı bu özel yiyeceği, bizim anladığımız anlamda kullanması bayağı zaman almış. Örneğin, İngiltere’de, balın herhangi bir gastronomik değeri oluşmadan önce uzun yıllar, kovanlar balmumu elde etmek için kullanılmış ve buradan elde edilen balmumuyla, bronz dökümcülüğü için gerekli olan kalıplar yapılmış. Tabii bu durum, balmumunu sadece İngilizler kullanmış balı da sadece bizler yemişiz anlamına gelmiyor. Yalnızca, tarihte uzun bir süre, bal tüketimi konusunda ağırlık dengeleri bu yönde olmuş; yoksa, içerisinde en fazla ballı tarif bulunduran mutfaklardan birisinin İngiliz mutfağı olduğunu biliyoruz. Özellikle ballı kekler ve kurabiyeler bu mutfakta en az Ortadoğu mutfaklarında olduğu kadar kabul görüyor.
Balmumundan söz edince, balın mutfak dışındaki kültüründen biraz söz etmek istiyorum. Balmumu, bildiğiniz gibi, mum yapımında da kullanılan bir madde. Ayrıca son yıllarda doğal ürünlere karşı duyulan ilginin artmasıyla, kozmetik sanayiinde de kullanılan bir malzeme haline gelmiş bulunuyor; artık içeriğinde balmumu bulunan el kremleri çok gözde. Beni balmumunun etrafında oluşan mitoloji çok daha fazla ilgilendiriyor. Özellikle kuzey ülkelerinin halk edebiyatında çok önemli bir yeri olan peri masallarından bir tanesi, balmumundan kanatları olan dünya güzeli, tül kadar ince ve narin bir perinin aşık olduğu ateşe kavuşmak için nasıl kanatlarının erimesini, yani ölümü göze aldığını anlatıyor, ki bu öykü beni sadece hüzünlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda balmumunun özellikleri üzerine düşüncelere de salıyor.
Dünyanın hemen tüm dillerinde, sevdiğinizin gönlünüze ne kadar yakın olduğunu anlatmak için kullanılan tatlı isimlerinin başında bal gelir denilebilir. Türkçede de içerisinde bal ya da arı barındıran pek çok deyim var; kısaca bir kısmını hatırlatayım: “Ağzından bal damlıyor”, sohbeti yerinde, güzel konuşan veya iyi haberler veren insanlara söyleniyor. “Bal tutan parmağını yalar”, “lafını balla kestim”, “amma ballı iş” hep bolluğu, zenginliği balla anlatan deyimler.İnsan ela gözlü değil de “bal rengi gözlü” olursa daha bir güzel oluyor sanki. Bir de, “arı kovanına çomak sokmak” var ki, durduğunuz yerde birilerini kızdırmak, gazabı size zarar getirecek birisinin durup dururken sinirini bozmak anlamına geldiğinden, tıpkı gidip arı kovanına çomak sokmak gibi, bu da hiç tavsiye edilmiyor!
Balın sağlığa yararları da sözün dışında bırakılamayacak kadar çok ve önemli. Her şeyden önce bunların, tıbbın kabul ettiği denenmiş yararlar oldukları kesin. Bu konuda balın en önemli avantajlarından birisi, başka yiyecek maddeleriyle çok güzel uyum sağlaması. Kendi başına birçok derde deva olduğu gibi, farklı doğal maddelerle birleşince de farklı konularda yarar sağlıyor. Bal göğsü yumuşatıyor, bağışıklığı arttırıyor, mide rahatsızlıklarına iyi geliyor. Bir kaşık bal, acısına dayanabildiğiniz kadar zencefille karıştırıp bir seferde hemen içerseniz, kısık sesinizi açıyor. Balla limon karışırsa öksürüğe iyi geliyor ve ada çayının içerisine limon ve bal koyarsanız boğazınız yumuşacık oluyor. Bal peteğinden yapılmış bir tür bulamaç ise, mideyi cila gibi kapladığı için, ülser boyutundaki mide yaralarına bile iyi gelebiliyor. Balın cildinize iyi gelmesi için sütle karışmış balı banyo suyunuza katmanız yeterli. Bunu çok mu abartılı buldunuz? O zaman, dudak çatlamalarınız için bal peteğini dudağınız sürebilirsiniz! Sonra, bu konuda tarihten ilginç örnekler var; Marlbourough düşesi Sarah saçını ballı suyla çalkalarmış… Ben saçım yapış yapış olacak diye beklerken, balın miktarını doğru ayarlamak koşuluyla, çok parlak ve yumuşak saçlara kavuştuğumu hemen belirteyim. Benzer bir şeyi de, Amerikalılar cilt temizlemek için kullanıyorlar; honey water (bal suyu) dedikleri bir karışım sayesinde ciltlerinin yumuşacık olduğunu iddia ediyor bazı Amerikalı hanımlar.
Balın mutfak macerası aslında biraz özel çünkü pek çok yiyecekten farklı olarak, fazlasıyla başına buyruk bir madde bal. En güzel hali, hiçbir şeyle karışmadan kendi başına bir kaşık yendiği hal! Zaten bu yüzden çok iyi bir kahvaltı yiyeceği. Bununla beraber, özellikle şekerin Avrupa ve Ortadoğu’da bilinmediği, Yeni Dünya’nın keşfinden önceki dönemde, şeker niyetine bütün tatlıların içerisinde kullanılmışlığı var çünkü doğada şeker oranı baldan yüksek olan tek madde hurma. Bu yüzden Osmanlı mutfağı birçok ballı yemeğe sahip ve bunların arsında sadece tatlılar değil, et yemekleri bile var, feluzeciye gibi. Bugün de, sadece balla yapılacak özel tarifler bulunduğu gibi, şeker yerine bal koyarak bildiğiniz tüm tarifleri deneyebilirsiniz. Bazısında ölçüsüyle oynamak gerekebilir ama elde edeceğiniz lezzet çok farklı ve kaliteli olacaktır.
"Güzin Yalın'ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından yayınlanan "Mutfaktan, Tabaktan, Sokaktan" adlı kitabından alıntıdır.
Güzin Yalın'ın diğer yazıları için tıklayın.