Artık dizi izleyen herkesin malumu olan bir şeyin ilanını yapacağım. ABD’de karasal yayın yapan NBC, CBS, Fox gibi kanallar ekseriyetle haftalık, kablolu ya da dijital yayın yapan HBO, Showtime, Netflix gibi kanallar ise sezonluk hikayeler anlatırlar. Bunun sebebi, karasal yayın yapan kanalların alakasız zap yaparken uğrayan teyze ve amcaları kaybetmek istemeyişidir. The Blacklist de bu yüzden, strüktür itibariyle “haftanın kötüsü” şekline bürünüyor sıklıkla. Yalnız, bunu alıştığımız CSI usulüyle yapmıyor. Evet, her hafta bir kötü var ve onu alaşağı ediyoruz. Ama yazarlar bunun üzerine çok taze bir yaklaşım oturtuyorlar ve asla düzenli bir izleyici olarak kendinizi salak gibi hissetmiyorsunuz. Şöyle:
Dizinin esas meselesi, ana karakter Raymond Reddington‘ın üst seviye suçluların aracısı olarak geçirdiği 20 sene içerisinde biriktirdiği bir kara liste. Her bölüm, bu kara listeden bir elemanı konu alıyor. Bu yukarıda bahsettiğimiz haftalık formülü tatmin ederken, Red’de neden böyle bir listenin bulunduğu, o listenin sonunda ne olacağı, Red’in neden o listeyi FBI ile birlikte temizlemeye karar verdiği ve neden daha ilk bölümden o esnada çok alakasız gözüken bir profilci için “Elizabeth Keen olmazsa bir laf etmem” diye bir tavır aldığı sizi uzun hikaye boyunca meşgul ediyor. Ki yani, demişken…
Lost sonrası dünyada dizilerin bölüm finallerini şoke edici -ve üst üste izleyenler için bir sonraki bölümü açmayı mecburi kılan- şekilde bitirmeleri artık olağan bir şey. Yalnız pek az dizi bunu gerçekten ucuza kaçmadan, Dallas usulü seyirci kandıran virajlardan kaçınarak yapabiliyor. The Blacklist bu elit gruba dahil. Aynı vakti zamanında Homeland’in ilk sezonlarının yaptığı gibi, The Blacklist de sizi bir sonraki bölüm için aşertme işlemini karakterlerin sadakatini ve motivasyonlarını açık etmeyerek başarıyla gerçekleştiriyor. Bunu şöyle düşünebilirsiniz: Eğer bölüm sonu “DANK” diye biten diziler, korku sinemasında jumpscare‘in karşılığı ise, The Blacklist’in yaptığı daha ziyade “böö” demeden sizi gererek korkutan usta işi filmlere benziyor.
Tekrar o kilit ayrıma geleceğim ama; yine ortada bir karasal yayın – kablo yayın ayrımı var. Senede 23 bölüm yapan diziler, en temel ağlarda yayınlanan diziler ekseriyetle ortak katların en küçüğüne hitap etmek adına; karakterlerini öldürmekten çekinirler. The Blacklist, bu konu da bir Game of Thrones değil o yüzden. Fakat yine de, bir karasal yayın dizisi olmanın dezavantajlarını umursamadan o tehdit hissiyatını kurgulayabiliyor; zira karakterlerini -çok başarılı çekimlerle yansıtarak- inanılmaz hoyrat acılara sevk ediyor. Size her sahnede “acaba iyi olacak mı?” diye düşündürtecek kadar yeterli ateşi yakıyor dizi alttan alttan…
Raymond daha ilk bölümden FBI’a “sizin elinizdeki en çok aranan suçlular listesi şaka gibi, esas kötüleri bilmiyorsunuz bile” diye postayı koyuyor, dizi de bu mühür cümlenin altını ilerleyen bölümlerde dolduruyor. Red ve FBI ekibinin karşısına çıkan karakterler hem bir yandan Dan Brown-vari bir şekilde “gizemli büyük dünya olaylarına” açıklama getiriyorlar (meğerse o meşhur suikastlerin tümünü o süper suikastçi yapmış mesela), hem de her biri James Bond filminin seçmelerinden fırlamış gibiler. Her bölüm yeni bir tanesiyle tanışmak, dev keyifli o yüzden.
Dizinin kadrosunda yan karakterleri canlandıran isimler, öyle aman aman bir performans sergilemiyorlar. Megan Boone Elizabeth olarak yeterli kompleks duyguları yansıtabiliyor. Zaten dizi ekseriyetle onun omzunda yükseldiği için, diğerleri biraz gölgede kalıyorlar; ama onlar da o gölgede işlerini yaparken izleyeni utandırmıyorlar. Diego Klattenhoff, Parminder Nagra, Harry Lennix gibi isimler diğer dizi ve filmlerde oynadıkları karakterleri canlandırıyorlar aşağı yukarı; ama çok da gözünüze batmıyor. Zira bir tane yıldız var, onun parlaklığını izlemekten başka bir şeye mesai ayıramıyorsunuz…
Ben şu diziyi eğer Age of Ultron‘dan önce izlemiş olsaydım, bakın yemin ediyorum, o film elimden bu kadar kolay kurtulamazdı. Çok samimi konuşuyorum ya. Öyle makul makul “şurası iyi olmuş ama şurası ham kalmış” diye anlatmaz, “James Spader’a ‘küçük insana ne diyordu ya ehi ehi çocuk’ esprisi yaptıran Joss Whedon’ın gözüne tüküreyim” diye girerdim yazıya. Elbette Spader’ın önceki filmlerini izlemişliğim vardı. Ama aynı anda ne kadar karizmatik, korkutucu, büyüleyici, şaşırtıcı, sürükleyici ve sinsi olabildiğini The Blacklist’te gördükten sonra, ona layık görülen Ultron metni beni resmen çileden çıkardı.
Bakın, yanlışınız olmasın. Bu dizi James Spader‘ın dizisi. Atıyorum bir Game of Thrones, bir Lost, bir Agents of SHIELD değil. Hatta Kevin Spacey’nin yük sırtlanma işini zaman zaman Robin Wright ile paylaştığı bir House of Cards, Benedict Cumberbatch’in Martin Freeman ile paslaştığı bir Sherlock dahi değil. Nasıl House sadece ve sadece Hugh Laurie‘nin dizisiyse, bu da nasıl kadro baştan aşağıya değiştikten sonra bile dizinin çok yara almamasıyla ispatlandıysa; The Blacklist de öyle. Yarın “dizinin formatını değiştirdik, artık Red Tarabya’da bir maymunla çay ocağı işletecek” deseler zırnık bir şey değişmez dizide.
Ve bu çok iyi bir şey, zira Spader akla hayale sığmayacak kalitede bir performans sergiliyor. Bu, Hugh Laurie – House, Bryan Cranston – Breaking Bad, Claire Danes – Homeland gibi, doğru yer, doğru zaman, doğru aktör kombinasyonuyla daha da büyüleyici hâle gelen; metnin karakteri, karakterin aktörü, aktörün metni zenginleştirdiği enstantalerden biri. Ve gerçekten seyredilmeyi hak ediyor. Hiçbir şey için değilse bile, aç Spader’ın sesini dinleyerek hulyalara dal arkadaş, o bile bambaşka!