Sokakta Tek Başına Bir Kız, kara çarşaflı bir vampir kızın öyküsünü anlatıyor. Film her mecrada ‘İran’ın ilk vampir filmi’ başlığıyla tanıtılmıştı. Oysa yazar-yönetmen Ana Lily Amirpour’a göre çok daha fazlası. İranlı-Amerikalı Amirpour, bir yönetmenden önce gerçek bir sinefil. İlk uzun metrajlı filmiyle, film sanatına duyduğu saplantılı ilgiyi, farklı ülkelerde geçen hayatını ve birbiriyle alakasız gibi gözüken ilgi alanlarını A Girl Walks Home Alone at Night / Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız ile damıtıyor. Amirpour -ve filmi- hakkında daha da meraklandıracak son bir detay: kendisi “Yeni Tarantino” olarak anılıyor.
En az filmin başrolündeki kara çarşaflı, kaykaycı genç kız kadar sıra dışı Ana Lily Amirpour ile tanışın!
A Girl Walks Home Alone at Night’ ilk uzun metrajlı filmin. Proje nasıl gelişti?
Bir gün bir kara çarşaf giydim ve İranlı bir vampir olduğumu düşündüm. Böyle bir karakter hakkında bir film yapmak aklıma geldi. Böylece film bir İran masalı haline geldi. Her masalda olduğu üzere, bu fikir üzerine bir dünya yarattım. Film çekmenin en güzel yanı da bu. Vampir filmleri son dönemde aldı başını gidiyor. Sence vampirlere olan ilgi nereden geliyor?
Vampirler en ilgi çekici mitolojik karakterler ve asla popülerliklerini yitirmeyecekler. Bunu elbette ana akım filmler için söylemiyorum. Jim Jarmusch, Francis Ford Coppola, Kathryn Bigelow ve Werner Herzog gibi yönetmenleri düşünecek olursak hepsinin bir vampir filmi var. Her film yapımcısı vampirlere karşı bir heyecan besliyor. O kadar çok yönlü ve olasılığı fazla bir tema ki. Bu vahşi bir katil ya da zamanın yok olup gittiğini gören varoluşçu bir karakter de olabilir. Vampirler yalan söylemez. Ölümsüzlükten daha ilgi çekici bir şey yok. İnsanlar ölümden nefret ettiği sürece vampirler var olacak.
Filmde eski vampir filmlerinin karanlık havasına ve İran yeni-dalga sinemasının vakur duruşuna şahit oluyoruz. Filmi şekillendirmende neler rol oynadı?
Film sevdiğim şeylerin bir bütünü. Her ne kadar gerçeküstü bir fantezi olsa da,
karakterler tecrit edilmiş ve yalnızlıkları ile ön planda. Bunlar benim için çok kişisel unsurlar. Film de öyle. Görsel tarza gelecek olursak, bu senaryoyu yazarken siyah-beyaz bir dünya hayal ettim. Film için Coppola’nın Rumblefish’ini referans gösteren gerçeküstü bir pop masalı diyebilirim. Sergio Leone’nin Once Upon A Time In The West’i de aynı şekilde pek çok insanın izlediği ve konuştuğu bir film, onun da etkisi var. Yine Harmony Korine’in Gummo’su benim için bambaşka bir masal. Küçük kendi halinde bir kasabanın kendine has dinamikleri, görüntüsü ve ‘sofistike’ dünyadan kopukluğu beni çok etkilemişti. Filmleri, film yapımcılığını ve müziği çok seviyorum. Bir film yazıp yönetirken tüm bunlar insana ilham veriyor, her şey içinizden çıkıyor ve size rehberlik ediyor. Bunları tarif etmeye çalışmak nasıl dans ettiğinizi, tempoyu duyunca nasıl hissettiğinizi anlatmak gibi olur. Göstermek anlatmaktan daha iyi. Belirli film janrları mecazi bir hikaye anlatmakta ne kadar yardımcı oluyor?
Her hikaye doğası gereği bir metafordur çünkü filmler gerçek değildir. Her film kendi gerçekliğiyle gerçekliğin yerine geçer. Bu anlamda ‘janr’ daha çok filmimdeki fantastik unsurları temel alıyor olabilir. Ben hiçbir zaman janrlar üzerinden düşünmüyorum çünkü benim için her film fantastik. Basitçe söylemek gerekirse, film dünyası ve her film sahtedir. Filmler gerçekliğin fantezi versiyonunu sunan iki saatlik bir maceradır. Bu gerçeklikler belki bazı insanlara daha yakın gelebilir ama bu onları gerçek yapmaz. ‘Schindler’s List’ Nazi soykırımının tamamıyla gerçek bir tasviri değildi. ‘Back To The Future’ da zamanda yolculuğun varlığını kanıtlamıyor. Filmler özgürlük, hür irade ve ahlakla ilgilidir. Filmlerde gerçek olan içerdiği duygulardır. Vampirler gibi janr filmleriyle özdeşleştirilen fantastik unsurlar, başka şeyleri işaret etmek için kullanılan araçlardır. Benim filmimde ise bu yalnızlık ve tecrit. Kaykaya binen, kara çarşafa bürünmüş, vampir bir anti-kahraman. ‘The Girl...’ baştan ayağa tezatlarla dolu. Karakter nasıl doğdu?
Kara çarşafı giydiğimde gözümde hemen İranlı bir kız canlandı. Kara çarşaf bir vampirin fark edilmeden etrafta gezebilmesi için harika bir kostüm. Şüphe duyacağınız son kişi. İnsanlar dış görünümü temel alan bir organizasyon sistemine göre işliyor. Nasıl giyindiğimiz, hangi arabayı kullandığımız, hangi inançlara bağlı olduğumuz gibi. Bunların altındaki katmanlara göz atınca bambaşka gizli şeyler ortaya çıkıyor. İnsanlar garip sürprizler ve sırlarla dolu. Çoğu zaman bu sırlar dışarıdaki sistemle çakışıyor. Ne görüyorsan, onu almıyorsun. Film Kaliforniya’da çekildi. Dili ise Farsça. Filmdeki İran etkisi nereden geliyor?
Bu İranlı bir vampiri anlatan, bir İran dünyasında geçen bir İran masalı. Sergio Leone de İspanya’da Amerikan western’leri çeken bir İtalyan yönetmendi. Film yapımcılığında kuralların ve kategorizasyonların yaratıcılığa iyi geleceğini sanmıyorum. Ben hem İranlı hem Amerikalıyım, İngiltere’de doğdum ve Kaliforniya’da küçük bir çöl kasabasında büyüdüm. Her şeyin karışımıyım. Filmim de öyle. Yeterince temsil edilmeyen İran kültürüne dikkat çekmek gibi bir amacın var mı?
Kendimden başka hiçbir şeyi temsil etmiyorum. Hepimizin başından geçen olaylar var, bunlar evrensel tecrübeler. Dışlanmış hissetmek, yalnızlıkla baş etmek ve bağ kurma özlemi evrenseldir. Dünyanın her yerinde bu gerçek var. !f İstanbul Gösterim Tarihleri
\- 17 Şubat 2015 22:00
Cinemaximum Fitaş Salon 4
\- 20 Şubat 2015 22:00
Cinemaximum Budak
\- 22 Şubat 2015 17:30
Cinemaximum Fitaş Salon 4
*Röportajın tamamı ve daha fazlası için: [bonemagazine.com](http://www.bonemagazine.com/tr/entry/ana-lily-amirpour)*