Onunla Erzurum’da bir belediye otobüsünde konuştuk.
Babamın vaktiyle Karayolları teşkilatında çalışırken şantiyelerinde kaldığı, dönüşünde bize büyük teneke kutu içinde mis kokulu bal getirdiği bir ilçeden, Hakkari ilimizin Şemdinli ilçesinden gelmişti.
Dünya tatlısı küçük bir oğlu vardı ve ona köyünde, yöresinde konuşulan anadilinde isim koyabilmiş olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Zaten tanışmamız da benim o çocuğa takılıp şakalaşmamla olmuştu. Çocuk benim yapamadığım bir şeyi yapabiliyordu. Sınırlı, çocuk kelime dağarcığıyla her iki dilde de konuşabiliyordu. Hem de bütün güzelliği ve saflığı ile konuşurken çevredeki herkesin sevgi ve sempatisini üzerine çekiyordu.
Karşımızda meşhur Palandöken Dağı vardı. Aramızda konuşurken söz dönüp dolaşıp dağlara, yaylalara geldi.
Ben Mayıs ayının son haftalarının birinde yetmiş yaşına yaklaşmış, içinde dağ, yayla sevdası olan, Gevaş’ın meşhur Artos Dağı’na tırmanmış Gevaş’lı bir dostumla Palandöken’e çıktığımı, oradaki manzaraya, temiz havaya, zengin bitki örtüsüne, erimemiş kar yığınlarına hayran kaldığımı söyledim.
Derin bir iç çekti.
“Bizim de çok güzel bir yaylamız var” dedi. Sonra ekledi,
“Ben devlet memuru olduğum için yıllardır o yaylaya gidemiyor, o dağlara çıkamıyorum. Memuriyet kimliğimin oralarda sıkıntı yaşamama neden olabileceğinden çekiniyorum.”
İçimin bir yeri acımıştı.
Bir o değildi bölgede uzun yıllardır dağlara çıkamayan, temiz dağ havası alamayan, bunun coşkusunu ve mutluluğunu yaşayamayan.
Biz de yıllardır dağlara çıkmamıştık. O çocukluğumda kar getirmek, uşkun toplamak için çıktığımız Erek Dağı pek çok kişi için çok güvenli değildi, ya da biz öyle düşünüyorduk. Tedbir için dahi olsa gitmemenin daha doğru olduğunu hissediyorduk.
Dağlarda hangi koşullarda kimlerle karşılaşabileceğimizi bilmiyorduk. Doğru ya da yanlış hangi sorulara muhatap olacağımızı, hangi sonuçlar yaşayacağımızı bilmiyorduk. Bilmeyince de gitmemeyi tercih ediyorduk.
Tıpkı on yıllar boyunca bölgemize milyonlarcası gelmişken artık gelirken iki, üç kere düşünen ve sonuçta pek çoğu başka yerlere yönelen yerli ve yabancı turistler gibiydik.
Yetmişli, seksenli yıllarda Van önemli bir turizm merkeziydi. Ellerindeki rehber kitaplarla gelen turistler ya Kapadokya’dan Doğubeyazıt’a, ya da Doğubeyazıt’tan Kapadokya’ya geçerken mutlaka uğrarlardı yaşadığım şehre.
O dönemde şimdiki gibi her yerde döviz büroları yoktu. Turistler dövizlerini ya bu işte kendine güvenen kimi kuyumculara ya da bankalara bozduruyorlardı. Ben bankada çalışıyordum ve yabancı para ile ilgili işlerle ben ilgileniyordum. Turistlerin ellerindeki efektif dövizler ve yabancı para üzerinden düzenlenmiş çeklerle ilgili işlemleri ben yapıyordum.
Bir dönem, bölgemize gelen turistler sıkıntı çekmesinler diye hafta sonlarında “turizm nöbeti” tuttuk. Banka şubelerini sırf yabancı turistler için açtık. Onlar hep gelip gittiler. Akşam saatlerinde Van Kalesinden güneşin batışını bir ibadet havası içinde ve büyük topluluklar halinde izlediler. Adayı ve diğer turistik yerleri tek tek ya da toplu olarak ziyaret ettiler.
Geceleri ve hafta sonları yabancılarla birlikte Akdamar Adası’na, Van ve Hoşap Kalelerine, Çavuştepe’ye giderdik. Dünyanın her yerinden yüzlerce arkadaşım olmuştu. Adada bulunan tek bekçiyle arkadaştık.
Erzurum’daki belediye otobüsünde o yeni tanıştığım, yüzünde bizim oraların samimiyeti ve güzelliği olan adamla bunları konuşmadık tabii. Konuşacak kadar zaman bulamadık.
Ancak ayrıldığımızda o ortak yanımızı, dağlara, yaylalara çıkamamanın bilinçaltımıza yerleşmiş o sıkıntısını az önce yaptığımız konuşmanın sıcaklığı ile ikimiz de yeniden yaşıyorduk. Bu duyguların bizim durumumuzdaki başka binlerce insanda da olduğunu artık kesinlikle biliyorduk.
Şimdi ben bu satırları yazarken, yayla ve dağ özlemini zor da olsa üzerine basarak geçiyorum. Sadece yaşayamadığımız şeyleri değil konuşamıyor olduğumuz şeyleri de düşünüyorum.
Hani, söylersem, yazarsam kimi çevreler rahatsız olur mu? Yanlış anlaşılır mıyım? Gereksiz yere düşman kazanır mıyım şeklinde sorulara teslim olup söyleyip yazamadığımız şeyleri.
Biliyorum ki onları benim düşündüğüm, kendime sorduğum gibi bölgemizde yaşayan pek çok kişi de düşünüyor ve kendine soruyor.
Benim gibi düşünenler de yapıyor bunu, benim gibi düşünmeyenler de. İnsanlar fikirlerini, deneyimlerini, yorumlarını paylaşırken her kelimeyi seçerek konuşuyorlar.
Dağlarına güvenle çıkabildiğimiz, yaylalarında şenlikler yapıp doyasıya koşup eğlenebildiğimiz, halay çekebildiğimiz, soğuk sularını içebildiğimiz, pekmeze katık olmak üzere karlarını getirebildiğimiz zamanları hepimiz geri istiyoruz aslında.
Barışın, sevginin, hoşgörünün toplumun büyük bir kesiminde kabul gördüğü, insanların yoldan geçen yabancıları evine buyur ettiği, bir tas ayranı, bir bardak suyu rahatlıkla verdiği; gerginliğin, şüphenin olmadığı çocukluk zamanlarımızın özlemini çekiyoruz.
*
Yazımın son cümlelerini yazmışken aklıma “acaba birileri beni yanlış anlar mı” dedirten iki dizelik güzel bir şiir geliyor.
Yazmasam bazıları yazımı daha çok beğenecek biliyorum. Yazdığımda da çok anlamlı bir mesajı gündeme getireceğimin farkındayım. Duraksamıyorum. Şairinin millet anlayışının belli ve belirli bir ırkla sınırlı olmadığını düşündüğüm, birlik ve beraberliğin anlam ve önemine çok güzel vurgu yapan bu dizeleri sizlerle paylaşıyorum.
“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.“
Mehmet Akif Ersoy
13 Temmuz 2012 Cuma
20:28
Anadolu Ajansı ve İHA tarafından yayınlanan yurt haberleri Mynet.com editörlerinin hiçbir müdahalesi olmadan, sözkonusu ajansların yayınladığı şekliyle mynet sayfalarında yer almaktadır. Yazım hatası, hatalı bilgi ve örtülü reklam yer alan haberlerin hukuki muhatabı, haberi servis eden ajanslardır. Haberle ilgili şikayetleriniz için bize ulaşabilirsiniz